Varoşların oluşumunun sosyo-ekonomik nedenleri ve kırdan kente göç olgusu
Varoşların oluşumu kapitalist üretim biçiminin doğal sonucudur. Emperyalizm ile girilen ilişkilerin niteliği ve yeni sömürgecilik olgusu bu süreci hızlandırıcı bir etki yapar.
Feodal üretim tarzında da tarım kesimi olarak bir artı ürün ve -doğal nüfus artışı nedeniyle- işgücü fazlası oluşur. Çünkü işlenecek toprakları belirli bir orandan daha fazla arttırmak mümkün olmadığına göre doğal nüfus artışı bir işgücü fazlası oluşturur. Kentlerde bu işgücü fazlası için bir çekim merkezi olmadığı sürece, bu fazla işgücü ticaret, zanaatçılık ve önemli oranda da savaşlarla dengelenir.
Kapitalist üretimin ortaya çıkışıyla birlikte, kırsal kesimdeki işgücü fazlası kapitalist üretim merkezlerine yönelir. Yoğun göçlerle sanayi merkezleri büyük kentlere dönüşür. Hızlı kentleşmede temel altyapı sorunları ancak kent merkezlerinde varlıklı kesimlerin yaşadığı bölgelerde çözümlenebilir. Bunun dışında tamamen sağlıksız ve ilkel yaşama koşullarında geniş işsiz ve işçi kesimlerinin barındığı bölgeler oluşur. Giderek tarım kesimlerinde makinalı üretime geçiş işgücü fazlasını arttırmış, kentlere göçü hızlandırmıştır.
Sanayileşme, kapitalist üretimin doğası gereği daha çok hammadde kaynaklarına yakın, ulaşımı kolay bölgelerde yoğunlaşırken, göçler de bu bölgelere odaklandı.
Ancak kapitalizmin kendi iç dinamiği ile geliştiği ülkelerde kapitalist üretimin gelişimi oldukça uzun bir sürece yayıldı. Ve bu yayılmanın bazı önemli sonuçları oldu. Kentsel sorunların çözümünün uzun süreye yayılmasının yanında feodal değerlerden kopuşu kolaylaştırdı. İşçi dayanışması ve giderek sınıf bilincinin oluşumunu hızlandırdı. Kapitalizmin devresel bunalım dönemlerinde daha da artan işsizlik vb. sorunlar karşısında ortak tavır alışları kolaylaştırdı. Sanayi kentlerinin çevresindeki yerleşim bölgeleri devrimci dinamiklerin de merkezi oldu. Burjuvazi ile zamandaş olarak ortaya çıkan işçi sınıfı kaybolan feodal değerlerin yerine, kendi sınıfsal konumuna denk düşen değerleri oluşturdu. Burjuvazinin yarattığı değerlerden sınıfsal çıkarlarına uygun olanları daha da ileri götürerek toplumsal bir gerçeklik olmasını sağladı. Var olan burjuva demokratik değerlerin ve kurumların pek çoğu bu mücadelenin ürünüdür.
Yeni sömürge ülkelerde ve ülkemizde, süreç daha da çarpıcı bir biçimde yaşandı. Sanayileşme, ülkedeki sermaye birikimine ve gelişim düzeyine bağlı olarak değil, emperyalist tekellerin denetiminde çok daha hızlı ve çarpık biçimde gelişti. Hiçbir altyapı sorununun çözümlenmediği az sayıdaki kentin çevresinde hızlı bir sanayileşme yaşandı. 1950’li yıllarda Marshall Planı çerçevesinde başlatılan tarım kesimindeki makinalaşmanın yarattığı işgücü fazlası da kentlere göçü patlama noktasına ulaştırdı. Buna bağlı olarak kentlerin temel sorunları iyice içinden çıkılmaz hale geldi.
Varoşlarda biriken nüfus aynı zamanda hangi çelişmeleri ve ne türden dinamikleri büyütür?
Yaşanan kırdan kente hızlı göç ve çarpık kentleşme -sanayileşme- pek çok sosyal, siyasal ve ekonomik sorunun yaşanmasına neden oldu.
Kentlerin çevresinde, genellikle feodal dayanışmayı ayakta tutacak biçimde yerleşim birimleri oluştu. Varlıklı kesimlerin yaşadığı merkezi semtlerin de çevresini kapsayan tamamen sağlıksız ve ilkel koşullarda gecekondu semtleri oluştu. Kısa sürede gecekondu semtlerinde yaşayanların nüfusu, kentlerin yerleşik nüfusunu aştı.
Kırsal kesimde feodalizmin çözülmesiyle konumları sarsılan kesimler son bir ümit ile kentlere hücum ettiler. Ve kentlerin çevresinde daha çok feodal dayanışmayı ayakta tutan yerleşim birimleri oluşturdular. Kentsel yaşamın ve kapitalist üretim biçiminin yarattığı yabancılaşmayı feodal dayanışma ile (hemşerilik, akrabalık vb.) aşmaya çalıştılar. Ekonomik alanda hızla tasfiye olan feodalizm, üstyapıda özellikle gecekondu bölgelerinde özenle korundu. Emperyalizm tarafından yukarıdan aşağıya enjekte edilen burjuva dünya görüşü karşısında, gecekondu bölgelerinde yoğunlaşan işçilerde güçlü bir sınıf bilinci oluşmadı. Gelişmesi gereken işçi dayanışması yerine, feodal dayanışma ön plana geçti. Kırsal kesimden kentlere göçün belki de en önemli yararı Anadolu’da var olan farklı katmanları kaynaştırması oldu. Başlangıçta var olan farklılıkların korunması eğilimine rağmen kısa sürede bir kaynaşma sağlandı. Kentlerin çevresindeki varoşlar toplumsal yapının bir modeli haline geldi.
Emperyalizm tarafından yukarıdan aşağıya enjekte edilen burjuva dünya görüşü karşısında, gecekondu bölgelerinde yoğunlaşan işçilerde güçlü bir sınıf bilinci oluşmadı. Gelişmesi gereken işçi dayanışması yerine, feodal dayanışma ön plana geçti.
Kırsal kesimden kentlere göçün belki de en önemli yararı Anadolu’da var olan farklı katmanları kaynaştırması oldu. Başlangıçta var olan farklılıkların korunması eğilimine rağmen kısa sürede bir kaynaşma sağlandı. Kentlerin çevresindeki varoşlar toplumsal yapının bir modeli haline geldi.
Çarpık kapitalizmin ve kentleşmenin gelişiminde yaşanan sorunlar, ekonomik güçlükler, işsizlik vb. varoşlardaki yaşamı giderek daha da zorlaştırdı. Son bir ümit ile geldikleri kentlerde de aradığını bulamayan yığınlar hızla radikalleşti. Uç noktalarda siyasal tavır alışlara yöneldi. Kırsal kesimden kentlere yaşanan hızlı göç, kentsel nüfusu hızla arttırırken, kentsel yaşam biçiminin ve bilincinin oluşumunu engelledi. Kent yaşamına duyulan yabancılaşma ve kapitalizmin yarattığı sorunlar, çelişmeler karşısındaki çaresizlik; feodal dayanışmanın etkisizleştiği oranda radikal tavır alışları güçlendirdi. Kentlerin varoşlarındaki, kentsel altyapı eksiklikleri; nüfusun artışı ve kent yaşamından beklentilerin artışına bağlı olarak daha yoğun bir biçimde kendini hissettirdi. Bu sorunların çözümü için mücadele eğilimi giderek güçlendi.
Varoşlarda çalışmak önceliklidir; ancak bu, farklı alanlarda çalışmanın ne engeli ne de alternatifidir
Kentlerin varoşlarında biriken dinamikler bu bölgelerde devrimci çalışmaların daha kolaylıkla kök salmasını sağlamıştır. Fakat bu bölgelerdeki devrimci çalışmaların öncelikli ele alınmasının nedenleri örgütlenme kolaylıkları değildir. Bir bütün olarak halkın örgütlenmesini hedef almaktır. Sorun sadece fabrikadaki işçinin örgütlenmesi değildir. Fabrikadaki işçinin, okuldaki öğrencinin, evdeki kadınların, kahvedeki işsizin, genellikle işçi ile aynı kaderi paylaşan küçük esnafın örgütlenmesidir, önemli olan… işyerlerinin sadece içerden değil, çevreden kuşatılarak örgütlenmesidir.
İşyeri örgütlenmelerinin büyük oranda kişilere bağlı olduğu -işten çıkarma vb. nedenlerle- geçici iniş çıkışlar yaşandığı düşünüldüğünde, daha kalıcı ilişkilerin yaratılabildiği bölge çalışmalarının önemi ortaya çıkmaktadır.
Yaşadığımız toplumun küçük bir modeli olma özelliğini taşıyan bölgelerde çalışabilmek, bu bölgelerde devrimci politikaları hayata geçirebilmek, toplumun tümüne yönelik politika yapabilmenin bir evresini de oluşturacaktır. Aralarında bir dizi çelişme olan toplumsal katmanları ortak devrimci politikalar etrafında bütünleştirebilmenin öğrenildiği yer bölge çalışmalarıdır.
Kentler, merkezi otoritenin kendi gücünü ve denetimini büyük yoğunlukta hissettirebildiği bölgelerdir. Ancak varoşlar “kentlerin kırları”dır. Merkezi otoritenin ve yerel yönetimlerin bu alanlardaki denetimleri ve güçleri sınırlıdır. Özellikle yerel yönetimlerin yetersiz kaldığı alanlarda sorunlar devrimcilerin önderliğinde halkın kendi gücü ve örgütlülüğü ile aşılabilir. Bu alanlarda halkın kendi örgütlülükleri etkin hale getirilebilir. Mevcut yönetimlerin teşhiri ve alternatif ilişkilerin yaratılması için bölge çalışmaları bir laboratuvar niteliği taşır.
“Bir yanda gecekondu diğer yanda gökdelen” biçimindeki o eski ve bildik kompozisyon; bugün için de biçimde farklı, özde aynı çelişmeleri içeren bir olgudur.
Sistemle çelişme halinde olan sınıf ve tabakalar; çelişmenin biçimi ve çatışmanın şiddeti gibi ayrı tanımlamalara sebep olan farklılıkların yanında, birleşik bir mücadelenin örgüsünü oluşturan ortak özelliklere sahiptir. Fabrikada işçinin, kırsal kesimde köylünün, okulda öğrencinin hatta ulusal bağlamda Kürt insanının; sistemle girdiği çatışma, kimi yerlerde tüm bu parçaları bir bütün haline sokar biçimde yaşanır. Bu yerlerden akla ilk geleni de kent varoşlarıdır. Ekonomik olandan siyasal olana, sosyal olandan kültürel olana kadar hemen her alanda sistemle çatışma halinde bulunan bir nüfusu barındıran kent varoşları; aynı zamanda mücadelenin mayalanıp sonuç vermesi açısından oldukça uygun bir zemindir.
Taşıdıkları tüm çelişme potansiyellerine rağmen kent yoksulları, günlük yaşamın boğucu ve sınırlayıcı etkisi altında; çelişmeleri birbiri ile ilişkilendirme ve kaynağını doğru yerde arama güçlüğü çeker. Kendiliğinden tepkilerin, örgütlü bir etki olmadan serzeniş boyutunu aşması güçtür. Sistemle bağın somut ifadesi olan noktaların birbiri ile aynı olmaması, mücadelenin parçalı oluşuna sebep olabilmektedir. Aynı zamanda, sorunların mevcut düzenle bağını kuran, kaynağına inen bir bilinç seviyesinin yakalanamadığı durumlarda; günlük yaşamın tekil sorunlarının alışkanlıklar içerisinde çözülmeye çalışıldığı bir tablo ortaya çıkar ve bu tablonun aşılması siyasal bir iradenin yönlendiriciliğini şiddetli bir ihtiyaç haline getirir.
Program hedefleri ile bu hedeflere ulaşma yolu bir ve aynı şeyler değildir
Bölge çalışmaları içerisinde sisteme alternatif örgütsel ilişkilerin yaratılması ve kitlelerin düzene karşı fiili bir karşı duruşa taşınabilmesi amaçlanırken sık sık yöntem hatasına düşülür. Henüz çalışmanın ilk etabında kitlelerden program amaçlarında yer alan türde ileri bir duruş beklenir ve bu gerçekleşmediği takdirde programa /çalışma tarzına dair tereddütlere sebep olur.
Halbuki yoksul kesimlerin, tüm ezilmişliğine ve karşı durabilme potansiyeline rağmen, sistemi her gün yeniden üreten ilişkiler içerisinde oldukları ve bunu aşmalarının zaman alacağı bilinmelidir. Hızla harekete geçirilebilen kesimlerde dahi bu türden özelliklere rastlanacağı ve bunun faturasının ne programa ne de kitlelere çıkartılmaması gerektiği bilincine sahip olan bir devrimci yapılanma; çalışma tarzındaki tabiliği aşmış, meseleyi en can alıcı halkasından kavramış demektir; böyle durumlarda yalpalama olasılığı yok denecek kadar azdır.
Yapılan çalışmalardan abartılı ve hızlı sonuçlar beklemek, hayal kırıklıklarını koşullayan nedenlerin başında gelir. Sistemle çelişme içerisinde bulundukları herhangi bir noktadan harekete geçen veya geçirilen kitleler üzerine “abartılar” inşa etmek yerine; yakalanan dinamiğin, kalıcı ilişkilerin oluşturulabilmesi yolunda salt bir avantaj, bir basamak olduğu bilinmelidir.
Eğitimden sağlığa, altyapı sorunlarından ulaşıma dek pek çok sorunda sistemle hem çatışma hem de ilişki halinde olan varoş insanını, bir anda tüm köprüleri atmış bir konumda mütalaa etmek; yaşanması gereken örgütlenme sürecini yok saymaktır. Yaşanan hayal kırıklıklarının kaynağında genellikle bu tür bir eksikliğin yattığı görülür.
Geçmişte veya bugünkü çalışmalarda yapılan kimi hatalar, bölge çalışmasının önemini ve öncelliğini yadsıma sebebi olmamalıdır. Çalışmaları mekanik bir kavrayış ve çizelge dahilinde ele alıp, bölge çalışmasının karşısına “proletaryayı ıskalamamak” gerekçesiyle işyeri çalışması koymak ise çok daha ciddi bir probleme işarettir. Birincisi, böyle bir anlayış da -en azından- çalışanların iki katına sahip işsizleri, küçük esnafı, ev kadınlarını vb. “ıskalamış” olmaktadır. İkincisi, sorun bununla da sınırlı değil; “bölge” çalışmasının karşısına “işyeri” ve “işçi” çalışmasını koymak farklı bir devrim anlayışının ürünüdür. Diğer bir ifadeyle; tamamlanmamış demokratik devrimin evrimci tarzda burjuvazi tarafından -demokrasi güçlerinin mücadelesi ile- tamamlanabileceğini varsaymak ve toplumu işçi sınıfı temelinde yükselecek sosyalist devrime hazırlamaktır.
Devrimcilerin yapması gereken şey; doğum halindeki bir olguyu, doğum sonrası ile karıştırmak yerine, doğumun sağlıklı biçimde gerçekleşmesi yönünde çaba sarf etmektir.
’70’li yıllarda, emekçilerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde sivil-faşist saldırılara karşı gelişen direnme eğilimleri, devrimciler tarafından örgütlü bir biçime sokulmuş ve başarılı sonuçlar vermiştir. ’80 öncesinin “iç savaş” sahneleri, çatışmanın salt sivil-faşistlerle yaşandığı intibaını uyandırıyor da olsa; gerçekte sistemi oluşturan öğelerin tümü, bir bütün halinde hedef durumuna gelmişti. Ancak, çatışmanın bir tarafını oluşturan halk kesimlerinin eylemine yansıyan içerikler daha sınırlı çağrışımlar yapabiliyordu. Sınıf kavgasının kendine has bu özelliği, bugün için de -belirli farklılıklara rağmen- geçerlidir. Kavganın her kesitinde nihai hedefin toplam unsurlarını aramak ya kavga özürlülerin ya da diyalektiğe yabancılaşmışı olanların işidir. Girilen her alanı “kurtarılmış bölge” yapmak, her direniş örneğinden “devrim” beklemek, “kazanılan” ilişkilerin tekrardan kaybedilebileceği gerçekliğine kapalı olmak; gelişmeleri açıklamakta güçlük çeken ve gelişmeler karşısında yalpalayan bir yaklaşımın oluşmasına sebep olmaktadır.
Bizler, çalışma yaptığımız alanda bir ailenin çocuğu hastalandı diye de koşup elinden tutacağız; ama yardımına koştuk diye bir anda sosyalist bilince erişmesini; cesaret, güven, fedakârlık, kavga yeteneği, dayanışma ruhu gibi özelliklere -doğaüstü bir gücün etkisi ile- ulaşmasını beklememek durumundayız. Aksi takdirde, 12 Eylül sonrasında ortaya çıkan ve sosyal, siyasal, kültürel pek çok sebebi olan, devrimcilerle kitleler arasındaki mesafe büyümesi, “gecekondu halkının vefasızlığı” biçiminde, yöntem fukarası değerlendirmelere sebep olur.
Çeşitli çalışma alanlarındaki farklar gibi, bölgeler arası sosyal, kültürel, etnik vb. farklar da birleşik bir mücadelenin engeli değildir/ olmamalıdır. Gerçekte bu bir program sorunudur. Doğru hazırlanmış bir programın parçaları birbirini bütünlemekte güçlük yaratmayacaktır. Emekçinin doğasında yapıcılık, bütünleyicilik, dayanışma eğilimi vardır; yeter ki program, yanlış hesaplara dayanıyor olmasın. Elbette ki burada bahsettiğimiz dayanışma, birilerinin karikatürize ettiği gibi, aynı bakkaldan alışveriş yapmak veya bu yolla “ilişki odağı” oluşturmak (!) değildir. Gerçekte en geniş kitle içerisinde çalışmak biçimindeki doğru tercih, bu türden “uçuk” örnekler sebebiyle gölgelenebilmekte, farklı çağrışımlar yapabilmektedir.
Farklı alanlardaki çalışmaları birbiriyle ilişkilendirebilmek, alan çalışmalarını mekanik bir kavrayışla karşı karşıya getiren kavrayışı da boşa çıkaracaktır.
Varoşun harika çocukları
Amacımız pedagoji tartışması yapmak değil, ama potansiyel olarak “harika çocuk” olmaya en uygun özellikleri ile “varoş çocuğu”nu savunmaya devam edeceğiz. Sahip olunması gereken nitelikleri bir “doğa vergisi” gibi kabul edip, hiçbir eğitimden geçirmeden “ham” haliyle mücadeleye sokulduğunda düşeceği yanılgılar, kendisine ait olmayacaktır. Kaldı ki bir başka biçimde de olsa, aynı sorun diğer toplum kesimleri için de geçerlidir. Eğitilmediği /hazırlanmadığı sürece sınıfsal kökeni ne olursa olsun, mücadeleye katılan insanların çeşitli “arızalar” göstereceği bilinmelidir. Ne fabrika varoşun ne de varoş fabrikanın yerine konmamalı; alanlar, kendi özgül durumları bağlamında değerlendirilmelidir.
Geçen sayımızda “96 1 MAYIS’I” ile ilgili değerlendirmede “Yaşananlar, bir yeni-sömürge ülke gerçekliğidir” demiş ve yazımızı şu ifadeyle bitirmiştik: “Bizler, kent yoksulunun kendisine de öfkesine de güvenmeye devam edeceğiz. Devrimci iradeyle buluşan bu potansiyel, doğru hedeflere yönelmektedir. Toplumsal muhalefeti oluşturan bütünün öğelerini, birbirinin karşısına koyan değil; birleştirerek toplamını sağlayan bir çalışma tarzı, yapay tartışmaları bitirecek ve sürece damgasını vuracaktır.” (Devrimci Hareket, Sayı;3)
“Gazi”yi hatırlatarak devam edelim. Sınıflar mücadelesinin, tarihin itici gücü olduğu gerçeği artık tartışmasız bir olgu haline gelmişken; insanlığın önüne önemli bir görev dikilmiştir. Bu görev, yaşanan her gelişmenin, söz konusu gerçeklikle taşıdığı iç bağları kurabilmek, doğru değerlendirebilmektir. Sınıf kavgasındaki alan ve biçim çeşitliliği her çatışmada gerek özneye gerekse fiile dair yanıltıcı görüntülerin oluşmasına sebep olabilir. Eğer, salt “fotoğraf çekmekle” (Gelişmelerin görünen yüzünü saptamakla) yetinilir ve arka plan irdelenmezse, kimi kavgaların içerdiği sınıfsal bağlam büyük olasılıkla ıskalanır. “Fotoğraf çekerken” seçilen perspektif; tercihleri yansıttığı gibi, sahip olunan tarih yorumunu da ifade eder.
Gazi’yi patlamaya götüren koşullar “12 Mart’tan çok önce; sistemin ezici, yoksullaştırıcı yüzüne karşı adım adım oluşmuş, bilinçli ve örgütlü müdahalelerle iyice mayalanmıştır. “12 Mart”, bardağın taşmasına sebep oldu. Yapılan tüm karşı propagandalar ve negatif yorumlar, binlerce insanın dakikalarla ifade edilen birikmesindeki anlamı ve eylemindeki bilinç faktörünü gölgelemeye yetmedi. Kahvehane taranmış, ama kitleler karakola yönelmişti; tüm yaylar, oklarını devlete fırlatmak üzere gerilmişti. Vandalizm, kör şiddet vb. ithamlarla maruz kalan kent yoksulları, Gazi’de kullandıkları çeşitli çatışma aletlerini edinirken bıraktıkları izlenimle (ihtiyaçları kadar almaları ve sonra yine yerine konacağını ifade etmeleri) kendilerine dair taşınan önyargıları tersyüz ettiler.
Varoş insanında, sistemle çatışma роtansiyelinin bir başka toplum kesimine oranla daha fazla birikmiş olması; dostun da düşmanın da çok iyi bildiği gerçeklere dayanmaktadır. Bu durumda mesele, bu kavga potansiyelinin doğru/verimli kullanılması ise; aynı problemin -sadece varoşlar için değil- hemen tüm alanlar için de geçerli olduğu bilinmelidir. Toplumun, harekete geçirilmeye daha az elverişli olan kesimlerinin bu türden bir ihtiyacının olmayacağını düşünmek, akıl ölçüleri içine sığdırılabilecek bir durum olmasa gerek. Bunun dışında akla ister istemez, toplumun radikal tavır almaya yatkın kesimlerinin dizginlenmek istendiği gibi bir fikir geliyor.
Bizler, kullanılacak her kavga aracının/ gücünün amaca hizmet eden biçimde programlanmasını, verimin arttırılmasını doğru buluruz. Ancak, Filistin’deki “tahrip gücü yüksek çocuklar” nasıl alkışlanıyorsa, “bizim çocuklar”ın da öyle alkışlanmasını bekleriz.
“En iyi öğretmenin en kötü öğrenciden öğreneceği bir şey mutlaka vardır!” diyebilecek kadar alçak gönüllü; “insan olmak, hele ki eziliyor olmak sevgi için önsel bir koşuldur” diyebilecek kadar sevgi yüklü olanlar varoşlara uzak değil, yakın durmayı tercih ederler. Onlar, muhataplarına (varoş insanına) güvenir ve yapacağı işi başaracağına inanırlar; çünkü onlar, insan olgusuyla barışıktır. Böyleleri için varoş çocuğu neden harika çocuk olmasın ki? Varoşlardaki potansiyeli salt tüketilecek bir cephane olarak görmek; değişme ve gelişme diyalektiğine uygun hareket etmek yerine, sahip olunan nitelikleri kaşımakla yetinmek olumsuz sonuçlar/görüntüler doğurabilir. Ancak, bunu en son fatura etmemiz gereken kesim varoş çocuklarıdır.
“Kör şiddet” lafını dillerine pelesenk eden ve giderek kendini “her türden şiddete karşı olma” noktasına çekenlere bir çift sözümüz var. Birincisi, Naziler’i gerek teçhizatlanma, gerekse insanlık dışı şiddetin kullanılması anlamında geride bırakan bugünün diktatörlükleri, şiddeti varlıklarının tek güvencesi haline getirmişken; meşru savunma durumunda olan ezilenlerin kullandığı şiddete karşı çıkmak, hele ki aynı kefeye koymak, insanı “tarafsız” değil -niyetten bağımsız bir biçimde- diktatörlüğe taraf yapar.
İkincisi, koşullar farklı da olsa, bir örnek olması itibariyle Lenin’in 1905’te Petersburg Parti Komitesinin Savaş Komisyonu’na yaptığı çağrının bir bölümünü hatırlatmayı gerekli görüyoruz. Belki etkisi olur da bu “kör şiddet” edebiyatından vazgeçilir. Biz de “bunlar uzaydan mı geldi?” düşüncesini kafamızdan atarız:
“Propagandacılar her birliğe kısa, basit bomba imal reçeteleri ve bütün işlerin özlü bir açıklamasını vermelidir ve sonra bütün faaliyeti onların ellerine bırakmalıdır. Birlikler hemen askeri eğitimlerine zaman geçirmeden mücadele eylemleriyle başlamalıdır, hemen. Birileri hemen bir muhbiri öldürmeye, bir polis karakolunu havaya uçurmaya girişecektir, diğerleri ayaklanmaya sağlanacak para olanaklarına el koymak için bir bankaya saldırı düzenleyecek, yine bir diğeri bir manevra gerçekleştirecek veya plan taslakları hazırlayacak. Ama her koşul altında pratik çalışma içinde öğrenmeye hemen başlamak: Bu deneysel saldırılardan çekinmeyin, Elbette aşırıya kaçabilirler, fakat bu yarının tehlikesidir. Bugün ise tehlike ataletimizdedir, doktrinciliğimizdedir, bilgiç hareketsizliğimizdedir, inisiyatiften bunakça korkumuzdadır. Bırakın her birlik salt polislere saldırılardan olsa bile öğrensin: Düzinelerce kurbana mal olsa da, bu kayıр, onlar tarafından eğitilen, yarın yüzbinleri mücadeleye katacak olan yüzlerce militanla telafi olacaktır.” (Lenin, Gençlik Üzerine, s: 28-29)
Emperyalizme ve Faşizme Karşı Devrimci Hareket
Sayı 4 | Temmuz-Ağustos 1997