• Ana Sayfa
  • Ana Sayfa
  • Dergi Arşivi
  • Hareket’e katıl!
  • Hareket’e sor!
  • Haziran
  • İletişim
Cumartesi, Mayıs 17, 2025
  • Gündem
  • Makaleler
    • Emperyalizm ve Dünya
    • Emek Hareketi
    • Ulusal Sorun
    • Bilim & Felsefe
    • Tarım Sorunu
    • Kadın Mücadelesi
    • Kültür & Sanat
    • Çevre Sorunu
    • Sağlık
    • Eğitim
  • Temel Tezler
  • Doğru Yerden Öğrenelim
  • Devrimci Kişilik
  • Hareket’e katıl!
No Result
View All Result
Devrimci Hareket
No Result
View All Result

Yanaşacak başka liman yok: Bu tarih bizim!

Facebbok'ta PaylaşTwitter'da Paylaş

70’li yıllar, siyasal bilinç düzeyinin yukarı çekildiği bir dönem olmasının yanında, teorinin soyut bir kavranışına sahne olmuştur. Temel teorik çözümlemeler, sol içi yoğun tartışmalar eşliğinde gerçekleşmiştir. Bugünkü birikimde çok ciddi bir rolü olan bu süreci parça parça unsurlarına ayırmaya kalktığımızda, bize “anlamsız” gelebilecek pek çok gelişme saptayabiliriz. Ancak, kendi tarihsel gelişimi içerisinde, hemen her fiilin -kendini tüketerek aşması için de olsa- bir anlamı olduğunu söylemek yerinde olacaktır.

Teorinin, siyasal pratikten uzak mekanlarda bir fikir jimnastiği veya salt tartışma malzemesi olarak yer aldığı çeşitli örnekler bulup çıkarmak mümkündür. Hatta, Devrimci Yol’un, siyasal pratiği dikkate alan her üretimi; klasiklerden ezberlenmiş kimi alıntılara uygunluk bağlamında test edilmiş ve bu konuda ağır ithamlara muhatap edilmiştir.

Bugünün gözüyle baktığımızda bir şeyler daha net görülebiliyor. Ama daha gerilere gidip, şaşırtıcı benzerlikler bulabilmek de mümkün; örneğin Engels, Feuerbach’ın yaptığı o yaman ilk itiş sonrasında neden kısır kaldığını tartışırken “Feuerbach, ölesiye nefret ettiği soyutlama ülkesinin dışına çıkamıyor ve canlı gerçeğin yolunu bulamıyor” der. Ayrıca, “Feuerbach’ın soyut insanından yaşayan gerçek insanlara, ancak bu insanlar tarih içinde eylem halinde dikkate alındığı zaman geçilebilir.” (Felsefe İncelemeleri, Marks-Engels, s:43, a.b.c.) diyen Engels’in bu yaklaşımındaki yöntemle, ’80 öncesi süreç test edilebilirse; Devrimci Yol’un taşıdığı özgünlük, daha ayrıntılı biçimde kavranabilecektir.

Hazırladığımız bu dosya, Türkiye’nin Marksizmi olarak kabul ettiğimiz Devrimci Yol’u bugünün koşullarında kavramaya ve pratik içerisinde varedebilmeye de hizmet edecektir; bir tarihsel dönemin neden kapanamayacağı, bugüne sarkan özellikleri ile nasıl bir devamlılık oluşturduğu görülecektir. Bunu yaparken, Devrimci Yol ajitasyonu çekmeye çalışmadık. Herkesin, şapkasını önüne koyup, düşünmesini istedik. Bugün için soru işareti oluşturan, arayışa sebep olan hemen tüm sorunların Devrimci Yol tarafından gündeme alındığı ve çözüme dair belirli mesafeler katedildiği hatırlanacaktır. Yıllardır sürdürülen “Nasıl bir sosyalizm?” tartışmaları; geleceğin ön biçimlerini bugünden oluşturma öngörüsü, komite, meclis, inisiyatif vb. buluşların (!) tüm farklı isimlendirmelere rağmen, Direniş Komiteleri deneyinin etrafında dönmesi; merkezi askeri örgütlenmelerde Devrimci Savaş Birlikleri (DSB)’nin örnek alınması anlamak isteyenlere çok şey anlatıyor olmalı.

Bugün yeniden ısıtılmaya çalışılan “işçicilik” eğilimleri; Yeni Çeltek, Tariş, Yeraltı Maden-İş, vb. pratiklerle almış olduğu gerekli cevabı unutmuşa benziyor. Özellikle Devrimci Yol geleneğinden gelip, bugün sınıfla bağ kurma konusunda bu tür baskılara prim verir duruma düşenler, daha da anlaşılmaz bir görüntü sergiliyor. Bugünkü koşullarda, Devrimci Yol’un teorik-pratik mirasını kendine rehber edinmeyen bir devrimci hareketin; ciddi bir siyasal güç olma, pratiğin dayattığı sorunları çözme şansı olamaz.

Bir siyasal harekette politik refleksler geliştiği oranda, üretkenlik ve sürece müdahale yeteneği artar. Sınıflar mücadelesinin bir ihtiyacı olarak gündeme gelen örgüt biçimleri, o ihtiyacı karşıladığı oranda gelişir ve gerçek işlevine kavuşur. Devrimci Yol’un sivil-faşist saldırganlık karşısında geliştirdiği yöntem ve araçlar, anti-faşist mücadelenin bir gereği idi. Aynı zamanda bu araçların, mücadelenin bütünselliği içerisinde evrilme/gelişme koşulu olmuş, -sanıldığının aksine- farklı alanların gerektirdiği kadro ve beceri/deneyim eksiğini gidermede avantaj teşkil etmiştir.

Son dönemlerde, HALK İÇİN KURTULUŞ dergisinde yeniden nüksettiğine tanık olduğumuz; her şeyi Devrimci Yol’a göre açıklama ve daha kötüsü “Devrimci Yol=ÖDP” denklemini kurma ısrarı, umuyoruz ki bu yazımızın okunması sonrasında değişime uğrayacaktır. Çünkü, tasfiyeci bir gelişmenin ardından ortaya çıkan yapıların “kökenlerine” bakarak, onları eski veya yeni devrimci yapılarla özdeş tutmamak gerektiğini öyle sanıyoruz ki, “KURTULUŞ” yazarları da biliyor. Devrimci Yol’un ürettiği her türlü değeri ÖDP tezgahında sorguya çekmenin yakışık düşmediğine inanıyoruz. Konuları tek tek ele alıp, bir polemik meselesi yapmayı düşünmüyoruz. Ancak, HALK İÇİN KURTULUŞ’un 58. sayısında geçen “Evet, DY Mahir’i, THKP/C’nin tezlerini savunduğunu söylüyor, dolayısıyla ‘sömürge tipi faşizm’ tespitini de savunuyor görünüyordu. Ama DY’nin o dönemki tüm yayınlarına bakıldığında Türkiye’de faşizm olgusunu ciddi bir biçimde tartışmaktan uzak durduğu görülür!” biçimindeki ifade için, dostlarımıza ufak bir öneride bulunmak istiyoruz: Hafızalarının tazelenmesi ve yanıldıklarını görmeleri açısından Devrimci Yol dergisinin en azından 10,11,12 ve 13’üncü sayılarına bakabilirler (Eğer ellerinde yoksa bizden isteyebilirler). O da olmuyorsa, dergimizin 1. sayısında, kısa da olsa yer verdiğimiz “Devrimci Yol’u Anlayabilmek” yazısında faşizmin sivil faşistlerden ibaret olmadığına dair hassasiyetle yaptığımız değerlendirmeyi inceleyebilirler. Ama hazır ellerine almışken bu yazıyı okuyup bitirebilirlerse gerek faşizm konusunda gerekse devrimci hareketin tarihine dair eksik/yanlış bildikleri konularda doğru bilgilenme şansı bulacaklardır.

THKP/C’nin doğduğu süreci kavrayabilmek, Devrimci Yol’u anlayabilmenin zorunlu koşuludur

12 Mart yenilgisi sonrasındaki farklı siyasal tavır alış ve yorumlarda, 12 Mart öncesinde yaşanan ayrışmaların ve ideolojik netleşmenin de önemli rolü olmuştur. Bu nedenle, günümüzdeki meselelere ışık tutması amacıyla, 1965-1970 sürecinde yaşananlara bir göz atmak yararlı olacaktır.

1960 Anayasası ile sağlanan nispi demokratik ortamda, “sol düşünce”, kitlelerle kucaklaşmanın yanında “özerk” üniversitelerde bilimsel-entelektüel bilgi ile de buluştu. Sınırlı özerklik ortamında, üniversiteler, ülkenin somut koşullarının incelenmesi için pek çok araştırmayı başlattılar. Ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel açıdan Türkiye toplumu kapsamlı incelemelere konu oldu. Bu bilimsel çalışmaların sonuçlarından sol, büyük oranda yararlandı. Marksizmin, ülkenin somut koşullarına uygun yorumunun yapılabilmesi için bu çalışmalar zorunluydu. 1965’ler sonrasında TİP içinde yaşanan ayrışmalarda, büyük oranda ülke somutuna ilişkin farklı kavrayışlar/yorumlar etkili oldu. Özellikle 1968-1970 sürecinde, THKP/C’nin ideolojik-politik biçimlenişini sağlayan bir dizi ayrışmanın nedenini de bu farklı kavrayışlar oluşturdu. Sanılanın aksine, bu ayrışmalar bir sağlık belirtisiydi. Yaşanan ayrışmalar, oldukça nitelikli tartışmalar sonrasında gerçekleşiyordu.

Süreçte başlıca üç odak oluştu;

  1. Türkiye’yi özünde demokratik bir ülke olarak kavrayan ve sosyalizme, sistem içi mücadele yöntemleri ile barışçıl yoldan ulaşmayı hedefleyen TİP (TКР) çizgisi.
  2. Ülke somutundaki gelişmelere ÇKP çizgisindeki önermelerle yaklaşan PDA.
  3. Türkiye’yi emperyalizme bağımlı bir yeni/yarı sömürge olarak tanımlayan, kurtuluşu radikal devrimci mücadelede gören gruplar (THKO, TİKKO, THKP/C).

1965 sonrasında solda devrimci çizginin şekillenmeye başlaması, solun hızla kitleselleşmesine, mücadelenin boyutlarının yükselmesine neden oldu. Bu sürecin sonunda 1970’lere gelindiğinde, Marksizmin ülke somutuna ilişkin özgün bir yorumu olan THKP/C’nin ideolojik-politik biçimlenişi önemli ölçüde tamamlandı.

12 Mart darbesi ise, büyük oranda sol içindeki devrimci çizginin tasfiyesine yöneldi. Diğer “sol” kesimler, 12 Mart sürecinden önemli yaralar almadan çıkarken; devrimci gruplar, çok büyük kayıplar verdi. Ancak, 12 Mart’ın bizzat kendisi, sol içinde devrimci çizginin belirleyiciliğinin kanıtı oldu.

12 Mart ile ülke somutunda oldukça önemli değişiklikler yaşandı. Toplumsal yaşamı derinden etkileyen bu değişimlerin solun ideolojik-politik biçimlenişine yansımaması, onu etkilememesi düşünülemezdi.

12 Mart ile:

  • Ülkenin emperyalist-kapitalist sisteme bağımlılığı artmış, toplumsal yaşamın şekillenmesinde emperyalist denetim daha belirginleşmiştir.
  • Oligarşi içinde tekelci burjuvazinin etkinliği artmış, tekel dışı burjuva katmanların gücü azalırken, prekapitalist unsurlar önemli oranda oligarşik ittifakın dışına itilerek tasfiyesi hedeflenmiştir.
  • Devlet, emperyalizm ve tekelci burjuvazinin talepleri doğrultusunda yeniden örgütlenmiş, demokratik hak ve özgürlükler büyük oranda budanmıştır.
  • Emekçi kesimlerin kendilerini ideolojik ve politik olarak ifade edebilmeleri engellenmiştir. 12 Mart öncesinde bir eğilim olarak ortaya çıkan “toplumsal muhalefetin gelişimini sivil-faşist hareket ile engelleme ve kontrol altına alma” isteği, 12 Mart sonrasında egemen sınıflar tarafından bir “tercih” olarak topluma dayatılmıştır. Kontr-gerilla faaliyetleri ile bütünlük içinde geliştirilen sivil-faşist örgütlenmeler ülke çapında yaygınlaştırılırken; devrimci-demokrat-yurtsever tüm kişi, kurum ve yapılara karşı faşist saldırılar hemen her tarafta sistemli bir şekilde tırmandırılmıştır.
  • Faşist saldırılar karşısında halk saflarında -12 Mart sürecinde sürdürülen militan devrimci mücadelenin yarattığı sempatinin de etkisiyle- direnme eğilimleri yaygınlık kazanmış; soldaki tüm dağınıklığa ve örgütsüzlüğe rağmen direniş zemininin çapı ve derinliği büyümüştür.

Kızıldere sonrasında sürecin gelişim eğrisi ve ayrışmalara damgasını vuran nitelikler

12 Mart öncesinde yaşanan, oldukça sağlıklı bir ayrışma ve ideolojik netleşme sürecine rağmen, yenilgi sonrasında solda büyük bir dağınıklık ve belirsizlik egemendi.

Süreçten önemli yaralar almadan çıkan TİP-TKP ve PDA; ideolojik-politik biçimlenişlerini sorgulayıp, sürecin dayattığı koşullara uygun yeni yapılanmalara gitmek yerine, yaşanan süreci ve yenilgiyi/yenilginin sonuçlarını kendi doğruluklarının kanıtı olarak yorumladılar. İnsanların günlük yaşantılarını da etkileyecek boyuta gelen faşist saldırılar karşısında, iyice sistemden yana tavır alarak teslimiyetçi bir çizgiyi sergilediler.

12 Mart’ta yaşanan yenilgi, en çok, militan bir mücadeleyi sürdüren devrimci hareketleri etkiledi. Kayıpların çok büyük olmasından da kaynaklanan nedenlerle, bu hareketlerin saflarında yenilgi sonrasında yoğun bir kaos yaşandı. Daha önce devrimci hareketin içinde yer alanların bir kısmı, “yanıldıklarını” anlayarak, teslimiyetçi çizgilerin (TİP, TKP, PDA) ne kadar doğru olduklarını keşfettiler!…

“Geçmiş değerlendirmeleri” ile başlayan ve hemen hemen hiçbir bilimsel içerik taşımayan tartışmalarla sağlıksız bir “ayrışma” ve “saflaşma” süreci yaşanmaya başlandı. Bu olumsuz gelişmelerden, çok güçlü bir ideolojik-politik zemine dayanmasına rağmen THKP/C hareketi de etkilendi.

Kızıldere sonrasında, örgütsel yapının iyice dağılmasıyla beraber, ayakta kalabilen sınırlı ilişkilerden bazıları da sol kendiliğindenci bir tavır izlediler. Ülke somutundaki gelişmeleri tanımlarken, kaba belirlemelerle yetinerek “var olan sınırlı ilişkileri en kısa zamanda toparlama ve mücadeleye kaldığı yerden devam etme” görevini tespit ettiler. THKP/C’nin ideolojik-politik çizgisinin birkaç askeri eyleme indirgenecek kadar yanlış kavranışı ile politik bir hat oluşturmaya çalıştılar. THKP/C’nin hayatın her alanında mücadeleyi öngören bütünlüklü politikaları içinde, salt askeri alanda gerçekleştirilenleri seçip; onlarla kurdukları pratik benzerliği, THKP/C’nin devamı olmak için yeterli bir nitelik olarak kabul ettiler.

12 Mart döneminin özgül koşullarında geliştirilen ve günün siyasal beklentilerine cevap verecek tarzda biçimlendirilen askeri eylemler ve eylem çizgisi, her dönemde geçerli bir model olarak sunuldu. 12 Mart öncesinde THKО-THКP/C tartışmalarında daha çok THKO çevresinin savunduğu görüş ve düşünceler, THKP/C’ye maledilmeye çalışıldı. Ancak, izlenen yanlış politik çizgi nedeniyle, ülke genelinde süren anti-faşist mücadelede neredeyse tümüyle etkisiz kaldılar ve sınırlı bir çevrenin dışına çıkamadılar.

Yenilgi sonrasında kendisini politik olarak en geç ifade eden hareket Devrimci Gençlik-Devrimci Yol oldu. Sürdürülen tartışmalarda, ülke genelinde varlık gösteren faşist saldırılar ve anti-faşist mücadele ön plana çıkarıldı. Kısaca:

  • Faşist saldırıların, birbirinden bağımsız, bazı sorumsuz kişi ve grupların işi olmadığı
  • Faşist saldırıların, siyasi iktidarların tercihlerinden çok, egemen sınıfların egemenliklerini sürdürmedeki tercihlerinin bir soncu olduğu, bu nedenle süreçte etkili ve belirleyici olacağı
  • Faşist çetelerin, devletin faşist kurumları ile bir bütünlük içinde oldukları, bu nedenle faşist saldırılar karşısında direnmenin, özünde bir devrim mücadelesi olduğu tespitleri yapılmıştır.

Bu doğrultuda da Devrimci Gençlik dergisinin ilk sayısından itibaren anti-faşist mücadelenin önemi vurgulanmış, “Devrimci Gençlik, Faşizme Karşı Mücadelede Ön Saflara” sloganı hayata geçirilmeye çalışılmıştı. Süreç içerisinde, antifaşist mücadelede eylem biçimleri konusunda ilke olarak hiçbir önkoşul dayatılmamıştır. En basit kitlesel ya da bireysel legal eylemlerden en dar askeri eylemlere kadar tüm mücadele biçimleri siyasal pratiğin araçları olarak kabul edilmişti. Bu konudaki en önemli sınırlayıcılığı da siyasal pratiğin gerekleri ve subjektif konum oluşturmuştur. Siyasal pratiğin gerektirmediği “maceracı” eylem çizgisine izin verilmemiş, faşist saldırılar karşısında meşru savunma çizgisi korunmaya çalışılmıştır. Farklı alanlarda ve bölgelerde süren anti-faşist mücadelede ortaya çıkan yeni mücadele, eylem ve örgütlenme biçimlerinden olumlu olanlarının genelleştirilmesine, yaşanan olumsuzlukların da kısa sürede aşılmasına çalışılmıştır. Soyut mücadele, eylem ve örgütlenme biçimleri yaratmak yerine, siyasal pratiğin içinde ortaya çıkan uygun mücadele ve örgüt biçimleri yaygınlaştırılmak istenmiştir.

Faşizme karşı mücadele, süreçte temel dinamiği oluştururken; aynı zamanda gelişmelerin kavranması ve gerekli sorumluluğun üstlenilmesinde bir turnusol özelliği taşımıştır

Yenilgi sonrasında sürdürülen tartışmaların odağını faşizm ve anti-faşist mücadele oluşturuyordu. Pek çok siyasal odak, faşist saldırıları devlet ile ilişkilendirmekten devletin faşist niteliğini kabullenmekten özenle kaçınıyordu. Devlet, gerici bazı kurumları olmakla birlikte, özünde demokratik bir yapı olarak tanımlandığında; Marksist teoride, oldukça uzun bir evrimci, barışçıl mücadelenin önü açılmış demektir. Tüm faşist saldırı ve katliamlara karşın, “teori” ile çelişmemek için insanlar pasif kalıp, teslimiyeti kabullenebilmektedir.

Ancak, devletin faşist niteliği kabullenildiğinde, faşizme karşı mücadele bir insanlık onurudur. Onurlu insanlar ve siyasal yapılar, içinde bulundukları konuma, örgütlenme düzeylerine bakmaksızın faşizme karşı savaşmak zorundadırlar.

Bu nedenledir ki, devletin faşist niteliğini kabullenmeyen siyasal odaklar, başlangıçtaki tüm radikal söylemlerine rağmen giderek sağa kaymış, teslimiyetçi çizgilerle bütünleşmişlerdir.

Günümüzde bile pek çok siyasal odak, devletin niteliğine ilişkin tartışmayı “modası geçmiş”, “söylenmesi gereken ne varsa söylenmiş” olarak yorumluyor. Devletin faşist niteliğine vurgu yapılacak tartışmalardan özenle kaçınılıyor. Devleti tepeden tırnağa faşistleştiren bir 12 Eylül sürecinden sonra bile, yıllardır yazılan yazıların hemen hiçbirinde faşizme karşı mücadeleden bahsedilmiyor. Şimdilerde de, devlette tüm olumsuz uygulamalar, faşist katliamlar “çetelere” yıkılarak, faşist devlet aklanmaya çalışılıyor. Devletin faşist çetelerden oluştuğu vurgulanmıyor.

Bugün gelinen aşamada halen, bir miting alanı terkedilirken polise yönelik olarak, “Üniformalı işçileri üzmeden ayrılalım. Çünkü onların sendikası yok, çünkü bugün pazar, onlar mesai alamayacaklar” deniyorsa, devletin faşist niteliğinin kavranışına dair bir sorun yaşanıyor demektir. (2 Kasım’daki, Susurluk mitinginde, ÖDP otobüsünden yapılan anons; Yeniyüzyıl, 3 Kasım 1997).

Benzer bir yaklaşım da derin devlet tartışmaları ekseninde dönmektedir. Bu tartışma, çoklukla burjuva liberal çevrelerde yapılıyor olsa da bunlara devleti ve toplumu demokratik olarak tanımlayan bazı sol çevreler de katılıyor. Derin devlet tanımlaması, burjuva devletin tanımlanmasında bilimsel bir kategori değildir. Söz konusu olan, kurumsal faşizmin biçimlenişinde, faşist devletin “demokratik görünümlü” yapılarla gizlenmesidir. Devletin örgütlenmesinde en demokratik kurumlar olarak tanımlanan yapıların bile gerçekte faşist devleti gizlemenin bir aracı olduğu gerçeği, son yaşananlarla birlikte daha iyi gözlenebiliyor.

Devlet biçimine dair yaşanan, ifadelendirebilme sorunu, gerçekte devleti ve toplumu demokratik olarak tanımlayanlar için geçerlidir. Ve böyle bir açmaz, sonuçta “derin devlet” türünde tanımlamalara götürüyor. Halbuki, bizim gibi ülkelerdeki devlet yapısının tanımlanmasında “-THKP/C’den alınan mirasla- kullanılan “sürekli-kurumsal-faşizm” kavramı, sorunu açıklamada çok daha geniş olanaklar sunuyor. Devlet örgütlenmesinde demokratik görünümlü yapıların giderek etkisizleştiği, faşist kurum ve değer yargılarının devlete- giderek topluma-egemen olduğu yapıya tanım olarak en uygun düşecek kavram, sürekli faşizmdir.

“KSD” ayrılığı

KSD ile ilk ayrışmalar ’74 öncesi “içerde” başlamıştı. THKP/C’nin kavranışına, ideolojik-politik çizgisine oldukça önemli eleştirileri vardı. Eleştiriler öncü savaşı, suni denge kavramları üzerinde yoğunlaşmış, ancak ilişkiler kopma noktasına gelmemişti. Devrimci Gençlik tartışmalarına katılmalarında her iki tarafça sakınca görülmemiş, ilk sayıdan itibaren de farklılıklar belirmişti. Birkaç sayıdan sonra ise ayrılık kesinleşirken; önemli siyasal varlık nedenlerini THKP/C-Devrimci Gençlik-Devrimci Yol eleştirileri oluşturacaktı. Öncü savaşı, suni denge, evrim-devrim aşamalarının içiçeliği, PASS, halk savaşı konularında önemli oranda TİP, TKP çizgisine yakın eleştirileri oldu; ancak, belirgin ideolojik formülasyonlarını faşizm konusunda oluşturdular.

Faşizm konusunda, faşizmin klasik tanımı ve modellerini göz önünde tutarak; faşizmin aşağıdan yukarıya kitle desteği alarak örgütleneceği ve tüm demokratik hak ve özgürlükleri yok ederek var olabileceği tanımlaması yapılıyordu. Emperyalizm çağında tekeller ekonomik, siyasal, toplumsal yaşamda etkilidirler. Kapitalizmin tekelci aşamasında demokrasinin sınırı, burjuvazinin çok dar bir kısmına -tekellere- kadar daralmıştır. Bu nedenle günümüzde tüm burjuva devletler oligarşik bir karakter taşır. Ancak gelişmiş kapitalist ülkelerde, işçi sınıfının kazanımları nedeni ile, var olan demokratik hak ve özgürlükler ile burjuva demokrasisinin özüne dokunulamıyor. Bu ülkelere faşizm, ancak aşağıdan yukarıya örgütlenerek gelebiliyor. Bizim gibi ülkelerdeki egemen sınıflar da oligarşiktir. Devlet de bu sınıfların talepleri doğrultusunda tamamen gerici tarzda örgütlenmiştir. Demokratik haklarım sınırı bu hakların kazanılması için verilen mücadele tarafından belirlenir. Demokratik hakların sınırlı olması, devletin faşist olduğunun göstergesi değildir. Devletin oligarşik niteliğinin sonucudur… Tespiti yapılıyordu. Bu tespit ile:

  • Süren faşist saldırılarla devletin faşist niteliği birbirinden ayrılarak, faşistlere karşı mücadele ile devrim mücadelesi birbirinden ayrılıyordu.
  • Toplumun demokratikleştirilmesi bir devrim sorunu olmaktan çıkarılıp, adım adım mücadeleler ile sağlanabileceği savunuluyordu. Devrim (sosyalist devrim) ise, toplumun demokratikleştirilmesinden sonra, oldukça uzun bir evrimci çalışmalar neticesinde ayaklanma ile mümkün görülüyordu.

(Gelinen noktada, ÖDP içindeki KSD’lilerin kendi çizgilerinden pek fazla bir ödün verdikleri söylenemez. Ne de olsa, faşist olmayan bir devlete karşı demokratikleşme mücadelesi veriliyor)

KSD deneyimi, devrimci mücadelede teorik-pratik bütünselliğinin ne kadar önemli olduğunun tipik bir örneğini oluşturuyor. Faşist saldırılar karşısında tutarlı bir tavır koymuş olmasına rağmen, bu tutarlı tavır alış, bütünlüklü bir teorik çerçeve ile desteklenmediğinden bir süre sonra tıkanmış, antifaşist mücadelenin gerektirdiği daha üst biçimlere geçilememiştir. Doğru bir siyasal tavır alışın, doğru bir formülasyon ile önü açılmadığı sürece ya da teorik mücadele siyasal pratiğin gerekleri doğrultusunda ele alınmadığı sürece, tıkanmanın kaçınılmazlığı KSD pratiğinde bir kez daha kanıtlanmıştır.

“Militan Gençlik” ayrılığı

Militan Gençlik, THKP/C kökenli geniş bir grup tarafından oluşturuldu. Bu kesim, uluslararası düzeyde süren Çin Sovyet kutuplaşmasının da etkisi ile THKP/C’nin geliştirdiği devrimci teoriye teslimiyetçi PDA çizgisini eklemleyerek politika yapmaya çalıştı. Militan Gençlik ilk çıktığı dönemlerde süren tartışmalarda, “Biz Mahir’in tüm yazdıklarına katılıyoruz. Ancak sadece Sovyetlere dün modern revizyonist diyorduk, şimdi sosyal emperyalist diyoruz, bunun dışında bir farklılığımız yok” diyorlardı.

Ancak, THKP/C hareketini giderek, küçük burjuvazinin sisteme yönelmiş tepkisinin teorize edilmesi olarak tanımlamaya yönelen MG; işçi sınıfı içerisinde çalışarak kitleselleşme görevini ön plana çıkarmaya başladı. Öncülerin hareketini kitleden kopuk olarak niteliyor ve çalışmanın odağına bir kitle hareketi yaratma amacı koyuyordu. Daha sonra Halkın Yolu dergisini çıkarmaya başlayan bu çevre, Türkiye’yi “emperyalizme bağımlı geri bir tarım ülkesi” olarak tanımlayacaktı.

Devrimci mücadeleye, ülkedeki sınıflar mücadelesinin gerekleri açısından değil, uluslararası düzeyde süren Marksizmin tartışma konularının gerekleri açısından bakan, “devrim” mücadelesini bu tartışmaların sonrasına erteleyen bu çizgi, süreç içinde ciddi bir ayrışmaya uğruyor ve kadrolarının önemli bir kısmı PDA’ya katılıyordu. Peşinden sınırlı da olsa bir kesim Devrimci Halkın Yolu dergisini çıkarmış ve eski çizgide ısrar etmişti. Bugüne dek sarkan bazı dar kadro örgütlenmeleri olmuş ise de ilk çıkış anında varlık gösteren ve THKP/C kökenli olan kadroların büyük çoğunluğunun Aydınlık çevresine katıldığını söyleyebiliriz.

Devrimci Gençlik dergisi, sürece iradi yönelim kazandırmada önemli bir rol oynamıştır

Devrimci Gençlik dergisi, ilk sayısından itibaren soyut bir teorik tartışmanın içine girmekten kaçınmıştır. İçinde yaşanılan dönemdeki somut siyasal gelişmeler/olaylar ve bu siyasal olayların olası gelişme eğilimleri tartışılmış, bu gelişmeler karşısındaki doğru devrimci tavrın ne olduğu ortaya konmaya çalışılmıştır. Gelişen siyasal pratiğin ortaya çıkardığı sonuçlar değerlendirilmiş, bu sonuçlardan, karşılaşılan sorunların çözümünde veri olarak yararlanılmıştır. Siyasal pratiğin dayattığı oranda devrimci hareketin temel teorik sorunları tartışmaya açılmış, bu tartışmalarda geçmiş ve güncel siyasal deneyimlerin sonuçlarından yararlanılmıştır. Ancak bu çerçevede bir geçmiş değerlendirilmesine girilmiş, soyut bir geçmiş tartışmasından kaçınılmıştır.

Karşılaşılan her yeni durum önce kavranılmaya çalışılmış, bunun ortaya çıkardığı devrimci görevler tartışılmış ve bu görevler hayata geçirilmiştir. Ekonomik-sosyal-siyasal gelişmeler olabildiğince erken kavranılarak, siyasal gelişmelerin ardından koşan değil, güncel olarak onu takip eden, hatta giderek olası gelişmeleri kavrayıp güncel olayların önüne geçen, siyasal gündem belirleyen konuma gelmeye çalışılmıştır. (1979- 1980’lere gelindiğinde bu bir ölçüde başarılmış, düzenlenen kampanyalarla siyasi gündem üzerinde etkili olunabilmiştir). Bu noktada Marksist teorinin sunduğu olanaklardan, yaşanan tüm devrimci deneyimlerden büyük oranda yararlanılmış, “önderlik, geleceği görmektir” gerçeğinin gerekleri büyük ölçüde yerine getirilmiştir.

Güncel gelişmeler henüz insanların belleğinde canlı iken üretilen alternatif, somut devrimci politikalar; kitleler tarafından daha kolaylıkla kavranılmaya başlanmış, devrimci çalışma alanları hızla genişlemeye başlamıştır. Devrimci hareket, kendi gelişiminin önkoşullarını da kendisi hazırlama çabasına girmiştir. Devrimci Gençlik-Devrimci Yol düşüncesinin çok geniş kesimlerden kabul ve destek görmesinin en büyük nedeni, içinde yaşanılan döneme uygun somut politikalar üretebilmesi ve bunları hayata geçirmedeki kararlılığı olmuştur.

Devrimci Gençlik sürecinde gerçekleştirilen alternatif politikalar ve pratik tavır alışlar, devrimci hareketi oluşturan birikimde önemli bir rol oynamıştır

Devrimci Gençlik dergisi, yayına başladığı dönemlerde ülke genelinde yaygın ve öncelikle eğitim kurumlarını hedef alan, faşist saldırılar yaşanıyordu. Faşist güçler, 12 Mart ile devlet yapılanmasında kazandıkları mevzileri toplumdaki kitlesel dayanakları ile güçlendirmek, giderek tüm halkı teslim almak istiyorlardı. Bu noktada öncelikli hedefi, eğitim-öğretim kurumları oluşturuyordu. Başta Eğitim Enstitüleri ve Üniversiteler olmak üzere, tüm okullar yoğun bir faşist saldırı altındaydı. Merkezi bir politikanın sonucu olarak saldırılar giderek sistemli ve kapsamlı hale geliyordu. Hemen hemen tüm okullarda faşist saldırılar karşısında, devrimci-demokrat, yurtsever kesimlerin birbirinden bağımsız, kendiliğindenci direnişleri de yaygınlaşıyordu.

Bu noktada Devrimci Gençlik, “Gençliğin devrimci eyleminin birliği”ni sağlamak amacıyla yayın hayatına başladı. Sürdürdüğü tutarlı politika nedeniyle, kısa sürede geniş kesimler tarafından benimsendi. Süren anti-faşist mücadelede belirgin bir gelişme kaydedildi. Antifaşist mücadelenin pek çok teorik-pratik sorunu çözümlendi, gençliğin merkezi örgütlenmesi yaratıldı. Faşist saldırılara karşı direnişin kalıcı ve sürekli olabilmesini sağlayacak nitelikli örgütlü ilişkiler ve kadrolar oluştu.

Fakat, faşist saldırılardaki tırmanma ve antifaşist mücadelenin kazandığı boyut nedeni ile, giderek gençlik eksenli antifaşist mücadelede tıkanmalar yaşanmaya başlandı.

Faşist saldırılar, ülke genelinde neredeyse tek merkezden yönetilen organize bir tarzda gelişiyordu. Saldırılar, okullardan fabrika ve işyerlerine, mahalli bölgelere hatta köy ve kasabalara kadar yaygınlaşıyordu.

Antifaşist mücadelenin başarısı, daha geniş ve merkezi örgütlü ilişkiler, merkezi politikalar gerektiriyordu. Bu tür bir mücadelenin alt yapısı ise bir oranda Devrimci Gençlik tarafından oluşturulmuştu. Ancak, örgütlenmelerin tüm halkı kapsayacak şekilde geliştirilmesi, mücadelenin uzun dönemde önünü açacak merkezi politikaların üretilmesi ve örgütlü yapıların oluşturulması zorunluydu. Antifaşist mücadelede kazanılan deneyimlerin yaygınlaştırılması, yapılan yanlışların, nedenleri ile kavranarak aşılması gerekiyordu.

Faşist saldırıların, özünde devlet yapısından kaynaklanması nedeniyle, faşizme karşı mücadeleyi bir iktidar ve devrim sorunu olarak gören yeni bir yapılanmaya yönelmek zorunluydu. “Bildirge” tartışmaları, böyle bir zamanda başladı. Devrimci Gençlik sürecinde yer alan/almayan çok daha geniş kesimlerin katılımı ile sürdürüldü. Türkiye devrimci hareketinin ve antifaşist mücadelenin temel teorik ve pratik sorunlarının ayrıntılı olarak tartışıldığı bir süreç oldu, bildirge tartışmaları. Tartışmalar sonunda genellikle kendiliğindenci tarzda süren devrimci mücadeleye ikili bir müdahale kararı çıktı.

  1. Türkiye devrimci hareketinin temel teorik, pratik sorunlarının tartışılacağı, geniş kitlelere ulaştırılacağı, edinilen devrimci deneylerin tüm ülkeye yaygınlaştırılacağı, merkezi bir yayın organı.
  2. Oluşturulan teorik çerçeve doğrultusunda güçlü, merkezi, nitelikli örgütlü ilişkilerin yaratılması doğrultusunda müdahale; partinin yaratılması, partileşme süreci olarak da tanımlanan sürecin başlatılması.

Yayın olarak müdahalenin en kısa zamanda tüm ülkeye ulaşması hedeflenirken, örgütlü müdahalenin öncelikli alanlara ve bölgelere yönelmesi hedeflendi.

Marksist teoride devlet biçimleri ve buna bağlı olarak faşizm tahlilinin doğru kavranması; siyasal arenada varlık gösterecek bir devrimci hareket için olmazsa olmaz bir koşuldur

İnsanlık tarihinin hemen her evresinde açık zorun yaygın biçimde kullanıldığı, egemen sınıfların egemenliklerini zor ve şiddete dayalı olarak sürdürdükleri dönemler oldukça yaygındır. Belki de zorun en yaygın uygulandığı toplum, köleci toplum olmuştur. Benzer dönemler, feodal toplum ve rekabetçi kapitalizm dönemlerinde de yaşanmıştır.

Ancak zor, ne denli yaygın biçimde kullanılmış olursa olsun bu baskı ve şiddet “Faşizm” olarak tanımlanmıyor. Faşizmin ortaya çıkışı tekelci döneme rastlar. Bilinen tanımla; tekelci burjuvazinin en gerici, en şoven, en emperyalist unsurlarının açık, terörcü diktatörlüğüdür.

Bir devletin faşist olarak tanımlanabilmesi için uyguladığı zor ve şiddetin boyutuna değil, egemen sınıf ittifakı içindeki tekelci burjuvazinin belirleyiciliğine bakmak gerekir. Tekellerin ekonomik yaşamda belirleyici olduğu emperyalizm aşamasında faşizm ve emperyalizm ayrılmaz bir ikilidir.

Metropol ülkelerde faşizmin kaynağını, emperyalist tekellerin sınır tanımayan saldırganlığı oluşturur. Özellikle, siyasal olarak kendini tehdit altında hissettiği dönemde, tekelci burjuvazinin saldırganlığı daha da artar. Faşizmin ortaya çıkış dönemleri, genellikle bu dönemlerdir. Yeni-yarı sömürge ülkelerde faşizmin biçimlenişi içsel ve dışsal bileşenler içerir. Bu ülkelerde faşizmin maddi altyapısını oluşturan bileşenlerden biri, ülkedeki kapitalizmin gelişim düzeyi ve tekelleşmedir. Ancak bu tekeller daha başlangıçtan itibaren emperyalist tekellerle bütünlük içinde gelişir. Ekonomik ve siyasal olarak toplumun diğer sınıf ve katmanları üzerinde bir “zor” uygulayabilecek güçte olmadıkları halde, uluslararası tekellerle, emperyalizmin uluslararası kuruluşları (NATO, İMF, DB, vb.) ile girilen ilişkilere dayanarak bu baskıyı kurabilir.

Toplumun değişik kesimlerinin güçlü muhalefetine rağmen siyasal iktidarların tekelci burjuvazinin programının uygulamak “zorunda kaldıkları” dönemlerden itibaren faşizm kavramı kullanılabilir. Ancak, faşizmin devlet içinde kurumsallaşmasını da bir süreç olarak kavramak gerekir (ülkemizde 1945’lerde başlayıp 12 Eylül ile zirvesine ulaşan bir süreç).

Ülkemiz açısından, 1940’lara kadar ekonomik yaşamda güçlü tekellerin varlığından bahsetmek güç; bir sınıf olarak, burjuvazinin varlığı bile tartışılabilir. Ancak, savaş yıllarının olağanüstü koşullarından bazı kesimler önemli bir sermaye birikimi ile çıktılar. Uluslararası düzeyde 1929’lara dünya ticaretini daraltan bunalımın, kısmen de olsa aşılmış olması ve Marshall Planı’nın uygulamaya konması ile emperyalist-kapitalist nispi bir canlanma yaşanmıştı. Ülkemiz burjuvazisinin, emperyalist tekellerle yoğunlukla tanışması bu dönemde oldu.

“1950”, ülkede liberal burjuvazinin patlaması olarak görülmesine rağmen, gerçekte emperyalist tekellerin süreçte etkili ve belirleyici olmaya başladığı dönemdir. NATO gibi uluslararası emperyalist kuruluşlara üyelik, emperyalist ülkelerle (özellikle ABD) kurulan ikili ilişkiler sonucunda ülke emperyalizme tümüyle bağımlı hale gelmiş; emperyalist-kapitalist sistemle gelişen bağımlılık ilişkisi, ülkede kendisine uygun bir devlet yapılanmasını zorunlu kılmıştır. Faşist kurumlaşmayı ya da kurumsal faşizmi de bu noktada başlatmak gerekir.

Ülkede, çarpık kapitalizmin gelişmesinde yaşanan her tıkanma ve bunalım, emperyalist-kapitalist sisteme daha fazla bağımlılığın yanında, ülke içinde değişik sınıf ve katmanların daha yoğun baskıyı getirmiştir. Her bunalım sonrasında faşist kurumlaşma ve giderek de bu faşist yapılanmaya kitlesel destek sağlama çabaları artmıştır.

27 Mayıs müdahalesi de kazandırdığı “demokratik” bir anayasa yanında, egemen sınıflar ittifakı içinde tekelci burjuvazinin konumunu güçlendirdi. Yeni “demokratik” anayasa da buna yardımcı oldu. Ekonomik altyapıda ve siyasal üstyapıda prekapitalist unsurların tasfiyesi sürecini hızlandırdı.

27 Mayıs ile birlikte, devlet yapılanmasında ve devlet-toplum ilişkisinin belirlenmesinde ordu çok ayrıcalıklı bir konuma geldi. Yeni-yarı sömürge ülkelerde, faşizmin biçimlenişinde ordunun çok önemli bir konumu vardır. Genel oya dayalı seçimler sonucunda oluşan parlamentonun ve siyasi iktidarların, emperyalist-kapitalist sistemin dayattığı kararları uygulamada yeterli kararlılıkta davranmadığı görülüyor. Bu ülkelerde asıl politik karar merkezleri göstermelik parlamentoların dışında; genellikle ordu, devlet bürokrasisi ve iş çevrelerinin üst kademelerinden oluşmaktadır. Faşist kurumlaşmanın merkezini de bu çekirdek oluşturmaktadır.

Bu nedenledir ki 27 Mayıs sonrasında devlet yapılanmasında askerlerin etkinliğini arttıran yeni dengeler, faşist kurumlaşmayı da hızlandırıcı bir etki yapmıştır.

Üzerinde durulması gereken bir başka husus da Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ordu ve devlet bürokrasisinin siyasal yaşamda belirleyici olduğu dönemin sadece 1960 sonrası dönem olmadığıdır. Cumhuriyetin kuruluşundan 1945-1950’lere kadar geçen sürede de ordu ve devlet bürokrasisi; devletin, toplumsal yaşamı biçimlenişinde belirleyicidir. Ancak bu dönemde ekonomik alanda, toplumsal yaşamı şekillendirebilecek kadar güçlü bir sınıf yoktu. Gelişen kapitalizme rağmen feodalizm önemli bir güç olarak varlığını korumaktaydı. Devlet yapılanmasında belirleyici olan küçük-burjuvazi; bir yandan kapitalist gelişimi destekleyerek hızlandırırken, diğer yandan tarımda kendi kendine yeterli olma anlayışının da sonucu olarak, kırsal kesime önemli destekler sağlamaktaydı. Toplumdaki hâkim sınıflar arasında, bu dengeci politikaları sürdürerek küçük-burjuvazi uzun bir süre iktidarını koruyabilmiştir.

Devletin ve devlet-toplum ilişkisinin örgütlenmesinde, büyük oranda faşist ülkelerden (özellikle İtalya) etkilenilirken; ekonomik yaşamın örgütlenmesinden, Sovyet deneyinin etkisi (devlet eliyle ağır sanayinin geliştirilmesi, geniş alanlarda kurulu devlet üretme çiftliklerinde makinalı tarıma geçiş vb.) ağırlıkta olmuştur.

Ekonomik alanda bir yandan bazı emperyalist tekellerle yeni ilişkiler kurulurken, diğer yandan, Osmanlı’dan kalan bazı emperyalist ilişkiler tasfiye edilmiştir.

Ekonomik ve siyasal yaşamın şekillenmesinde emperyalist tekellerin belirgin bir rolü yoktu. Bu nedenledir ki -küçük-burjuvazinin egemenliğini sürdürmede temel aldığı zor öğesine bakılarak bu dönem “faşizm” olarak tanımlanamaz. Söz konusu olan, sadece geçiş dönemlerinde ortaya çıkan ve bir ara katmanın -ülkemizde küçük-burjuvazinin- var olan egemen sınıflar arasında dengeci politikalarla iktidarını sürdürdüğü bir diktatörlüktür. Özünde burjuva bir diktatörlük olmakla birlikte, çağdaş burjuva diktatörlüklerden önemli oranda farklıdır. Meşrutiyet ile başlayan burjuva demokratik devrim, cumhuriyet ile önemli aşamalar kaydetmiş olmasına rağmen tamamlanamamıştır. Bunda burjuvazinin zayıflığı önemli bir etkendir. Ayrıca Osmanlı burjuvazisinin önemli bir kesiminin, işgal koşullarında işgalcilerle iş birliğine gitmiş olması, kurtuluş savaşında feodallerin belirgin katkısı da burjuva demokratik devrimin tamamlanamamasında etkilidir.

1960 sonrasında devlet, kapitalist gelişimin önünü açacak tarzda yeniden yapılanmıştır. Kapitalist gelişime bağlı olarak ülkede modern sınıfların ortaya çıkışı hızlanmıştır. Daha önce durağan bir toplum görünümündeki Türkiye’de ortaya çıkan bir dizi çelişme ve çatışma, dinamik bir toplum ortaya çıkarmıştır. Daha önce bir aydın hareketi olarak gelişen sol, emekçi sınıflarla bütünleşerek siyasal bir güç olma olanağına kavuşmuştur. Devrimci çizginin şekillenmeye başlaması ile sol, toplumsal çelişme ve çatışmalarda “taraf” olarak sürece katılmış ve hızla kitleselleşmiştir. İşçi sınıfının radikalizmi yanında öğrenci gençlik ve -sanayileşmeye ayrılan kaynaklar nedeniyle konumları sarsılan-köylülükteki dinamizm solu güçlendirmiştir.

Soldaki bütünleşmeye paralel olarak faşist ideoloji de kitleselleşme, kitlesel destek oluşturma mücadelesini hızlandırmıştır. Faşist güçler öncelikli hedef kitle olarak feodalizmin tasfiyesi ve kapitalist gelişim sürecinde konumları sarsılan kesimleri aldılar. Çoğunlukla dini motifler etrafında örgütlenen bir dizi dernek çatısı altında faşizme kitlesel destek sağlanmaya çalışıldı.

Faşizmin kurumsallaşması ve kitleselleşmesi süreci ile devrimci mücadelenin gelişim süreci 1960’lı ve ’70’li yıllar boyunca bir ikili sarmal oluşturdu. Birinin gelişimi diğerinin etkilediği, birinin boş bıraktığı alanı diğerinin doldurduğu toplumsal bir çatışma süreci başladı.

Köklü bir mücadele geleneğine ve yeterli birikime sahip olmayan Türkiye solu için 70’li yıllar aynı zamanda bir büyüme/ olgunlaşma dönemidir

Solun tarihinin bir yanıyla da bölünmeler -ayrılmalar- saflaşmalar tarihi olduğunu söylemek mümkündür. Hiçbir hareket doğarken “Allah vergisi” bir yeterlilik içerisinde doğmaz. “Yeterlilik”in kendisi de kazanıldı mı sonsuza dek taşınabilen bir olgu değildir. Yaşanan pratik ve alınan yol karşısında, yeniden yetersizlik belirtilerinin oluşması pekâlâ mümkündür.

Bugün, solda var olan ana eksenlerin çerçevesi asıl olarak ’70’li yılların başında çizilmiş ise de ’74 sonrasında yaşanan süreç, bu çerçeveleri geliştirmiş ve yaşanması gereken bir saflaşma ve büyüme dönemine sokmuştur.

Marks, mezhep sosyalistlerinden söz ederken Enternasyonal’deki Sözde Bölünme adlı broşüründe (Londra, 1872) şöyle yazıyor: “Proletaryanın burjuvaziye karşı savaşımının birinci aşaması mezhep hareketinin damgasını taşır. (…) Mezhepler, kökenlerinde hareketin manevraları iken hareket onları aşınca engel teşkil ederler. (…) En sonu, tıpkı müneccimliğin ve simyanın, bilimin çocukluğunu temsil etmeleri gibi, bunlar da proleter hareketin bir çocukluğudur.”

Örgütlenme ve kitlelere nüfuz etme çabası içerisinde olan hareketlerin- ilk etaplarda da yoğun olmak kaydıyla-kimi farklılık ve çeşitlilikleri bağrında bulundurarak bir ortak payda oluşturması son derece doğaldır. Hatta, her hareketin, bir çocukluk dönemi geçirmesi de en az o denli doğal karşılanmalıdır. ’70’li yıllarda bu “çocukluk”, hemen tüm örgütler için söz konusu olurken; diğer taraftan da, belki bir daha tekrar etmeyecek olan veya tekrar etmesi gerekmeyen bir ideolojik tartışma/ netleşme süreci yaşanılmıştır.

Bu sürecin kimi olguları büyüteç altına alınırken, gerçekleştiği koşullardan koparılmaksızın yapılmak durumdadır. Toplumun değişik kesimlerinden yığınlar halinde veya tek tek yaşanan katılımlar; özel bir ölçü aletinden veya turnikeden geçirilemeyeceği için, yaşanan ortaklaşmalar gibi ayrışmalar da doğal karşılanmalıdır. Aslında bu, dönemsel olmaktan çok, bugün için de geçerli olan bir durumdur. K1- sa, orta veya uzun vadeli devrimci yaşamlarına son verip, örgütsel yapıların dışına çekilen binlerce insan için; oturup tek tek tahlil yapmanın, anlamlı ve gerekli olduğunu düşünmüyoruz. Ancak, bunun neden böyle olduğu, içerdiği önlenebilir ve önlenemez meselelerin neler olduğu biçimindeki sorular cevaplanabiliyorsa, mesele büyük ölçüde aşılmış demektir. Yoksa her örnekte vicdani, psikolojik vb. raporlar tutmanın, tekil örnekleri öne çıkarmanın hareketin genel yönelimine kafa yoranlar için çokça anlamı yoktur. Hatta, kimi uç ve olumsuz örnekleri bir tarafa bırakırsak, bir dönem verilen mücadele; o mücadele sahibinin hareket için -potansiyeli ölçüsünde- bir katkısı olarak da değerlendirilebilir. İlk etapta iki taraf için de istenen ve yararlı olan evliliklerin, ayrılık sonrasında bir bütün olarak “tu kaka” edilmesi nasıl yapay ve tepkisel nedenlere dayanabiliyorsa; hareket ile birey arasındaki ilişki de bazen buna benzer biçimler alır.

Hareketin çatısı altına giren kişilerin, aldıkları siyasal gıdaya göre şekillenmeleri, bu gıdanın oluşturduğu gömleğin içine girmeleri yerine; bazen, kendi kişisel gömleklerini -özelliklerini- bu gıdanın üzerine giydirdikleri görülür. Söz konusu olan, bir çeşit çatışmadır. Bazen biri, bazen diğeri ön plana çıkar. Sonuçta, kazanılan siyasal perspektif, bir gömleğe dönüşür ve kişisel özelliklerin üzerine giydirilmesi sağlanabilirse, kalıcılık yönünde ciddi bir mesafe katedilmiş olur.

Devrimci Yol, 1977’ye salt gençliğin omuzlarında mı geldi? Bu bağlamda, sınıfsal olarak küçük burjuva nitelik taşıyan bir yapılanma mıdır?

Devrimci Yol 1977’ye büyük oranda, THKP/C mücadelesinin tüm toplumda oluşturduğu ilgi ve sempatinin üzerinde geldi. Bu dönemde, önemli bir kitlesel desteğe sahip olabilen siyasal hareketlerin büyük çoğunluğu THKP/C kökenliydi. THKP/C; işçi, öğrenci, köylü, aydın çok geniş kesimlerde büyük sempati uyandırmıştı. Ancak çok yaygın ve değişik ilişki ve olanaklarda ilk merkezileşmeler, faşist saldırıların öncelikle yöneldiği gençlik kesiminde oluştu. Devrimci Gençlik 1977’ye bir “gençlik” hareketi olarak geldi. Ama, “bildirge” tartışmaları, önemli bir nitelik değişimine neden oldu. Çok daha farklı kesimler yoğunlukla sürece katıldı. 1977 sonrasını bir gençlik hareketi olarak tanımlamak gerçekçi olmaz. Ancak Devrimci Yol hareketi içinde yer alanların önemli bir kısmının küçük burjuva kökenli olduğu doğrudur. 3-4 yıl gibi kısa sürede, sürece katılan tüm bireylerin sınıfsal konumlarından sıyrılarak proleterleştikleri de düşünülemez. Bu nedenle Devrimci Yol hareketinin yapılanmasında küçük burjuva nitelikler -belirleyici olmamakla beraber- belirli bir yer tutar. Bu niteliği ile ’90 sonrasında yaşanan savurulmanın ardında -başka nedenlerle beraber- bunun da rolü olduğunu söyleyebiliriz. Bizler için bu, aynı zamanda, belirlenmiş bir hedefe yönelme itirafıdır!” Örgütler, kadro kaynağı ve beslendikleri kitlenin yapısı itibarıyla dış etkilere açıktır. Kendilerini sınıfsal olarak izole etmeleri mümkün değildir. Etkileri minimuma indirmek ise, bir süreç sorunudur; sınıfa ait olmayan, terk edilmesi/ aşılması gereken eğilimler örgütsel çatı altına girildiğinde -bir gece ansızın- yok oluvermez; bu eğilimlerle mücadele, örgüt içerisinde devam eder. “Komünistlik” sıfatını daha çok hak etmek(!) için kendi içerisinde küçük burjuva eğilimlerin olmadığı/olmayacağı iddiasında bulunanlar ise; “olmayan şeyle” mücadele etmeyecekleri için, bu öğelerle uzlaşmış olacaktır.” (Devrimci Hareket, s:5 sayfa:27).

Devrimci Yol, Türkiye’nin Marksizmidir

1975-1980 süreci, Türkiye toplumunda çok hızlı alt üst oluşların yaşandığı, çok dinamik bir toplumsal yaşamın ortaya çıktığı bir dönemi kapsar. Aynı zamanda, toplumdaki sınıf ve katmanların siyasal tavır alışlarının en radikal noktalara kadar taşındığı bir dönemdir.

Sol bir hareketin gelişimi için, çok elverişli koşullar ortaya çıkaran bu süreçte; çok az siyasal hareket, tutarlı bir tavır sergileyebilmiştir. Pek çok sol siyasal yapılanma, çürüyen sistemin payandası olmak durumundan kendini kurtaramamıştır.

Ülke genelinde süren faşist saldırılar karşısında, bir karşı duruş sergileyebilen siyasal hareketlerin çok azı; içinde yaşanılan somut siyasal gelişmeleri Marksist teorinin ışığında inceleyerek, yaşanılan döneme ilişkin somut görevler tespit ederek, bunun ülkede sürdürülen devrim mücadelesinin bir parçası olarak kavranmasını sağlayarak, kendi içinde bütünlüklü, tutarlı ideolojik ve politik yapılanışa sahip olabildi. Bu teorik çerçeveyi en tutarlı biçimde oluşturabilen siyasal hareket, Devrimci Yol olmuştur. Diğer devrimci gruplar, genellikle farklı tarihsel koşullarda ortaya koyulmuş teorik belirlemelerle, siyasal pratiği biçimlendirmeye çalışmışlardır. Çoğunlukla, solda sürdürülen teorik tartışmaların odağını; Devrimci Yol’un, içinde yaşanılan dönemdeki devrimci görevlerin biçimlenişine ilişkin tespitleri ve bunun ideolojik zeminini oluşturan teorik formasyonların tartışılması oluşturmuştur. Bunun yanında, Devrimci Yol’un, Türkiye devrimci hareketinin teorik sorunlarının aşılmasını sağlayacak ideolojik-politik yapılanışa yönelik eleştirilerinin çok yoğun olmasının arka planında, kendisinin taşıdığı “yenilikler” yatmaktadır. Farklı tarihi ve toplumsal koşullarda oluşturulan teorik formülasyonları, bazı zorlamalarla ülke koşullarına uyarlamak yerine; çok genelde Marksist teorinin ülke koşullarında biçimlenişi sayılabilecek teorik formülasyonlara gidilmiştir. teori-pratik bütünselliğini kavrayıştaki özgünlük; Devrimci Yol’u, sadece ülkemiz devrimci hareketinin teorik sorunlarının çözümünde değil, özellikle 1970’ler sonrası tıkanan dünya sol hareketinin gelişiminin de önünü açabilecek bir perspektifte işlev sahibi yapmıştır. Devrimci Yol’un dün çok tartışılan teorik-pratik önermeleri, bugün başta onu çok eleştirenler tarafından yoğunlukla benimsenmektedir. Örneğin 1980’li yıllarda solda yoğunlukla tartışılan ve -özellikle Sovyet modelindeki başarısızlıklarla güncelleşen, alternatif örgütlenmeler ve bu örgütlenmelerin devrimci hareketteki rolü/önemi konularında; Devrimci Yol saflarında süren Direniş Komiteleri tartışmaları ve pratiklerinden çıkarılacak çok önemli dersler vardır. Özellikle uzun süreli halk savaşı stratejisinde Direniş Komiteleri ve alternatif örgütlenmeler sorununa getirilen açılım, dağılan “sosyalist” ülkelerdeki bürokratik devlet yapılanmasına alternatif olabilecek önemde bir içerik taşımaktadır.

Devrimci Yol’un uzun erimli amaçlara göre örgütlenmediği ve iktidar perspektifi taşımadığı iddiası, subjektiftir

Uzun erimli olanla güncel olan arasındaki ilişkiyi, birinin diğerine feda edildiği biçimde kavramak/uygulamak, her hâlükârda ciddi problemler yaratır. Günlük görevleri yerine getirmemek, daha büyük görevler karşısında bocalamaya sebep olacağı gibi; salt güne yönelmek de büyük adımlar atmanın engeli olur.

Hareketin geleceğinin bugünün sonuçlarına feda edilmesini oportünizm olarak değerlendiren Engels, bunu “namuslu” nedenlere dayanma olasılığı için de” ‘namuslu’ oportünizm, belki de oportünizmlerin en tehlikelisidir” der (Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, s:101).

Devrimci Yol’un belki de en az anlaşılan veya anlaşılmak istenmeyen yanı; attığı her adımda nihai hedefin izlerini barındıran bir tarz izliyor oluşudur. Faşizme karşı mücadelenin gereklerini yerine getirme görevini, stratejik hedefle bağdaştırmama fikri Marksizmin hangi önermesine dayandırılıyor olabilir ki? Bu konuda üzerine düşenin azamisini yerine getiren Devrimci Yol, nihai hedef bilincini ve ihtiyaç duyulan araçları da büyütme koşulunu yakalamıştır.

“Burjuva, ‘gerçekçi’ olarak en yakın çıkarının, burnunun ucuna en yakın olan şey olduğunu saymaya alışıktır. (…) İşçi sınıfı ise, eşyanın doğası gereği, içtenlikle devrimci olmak zorundadır” (Marks’ın, 23 Şubat 1865 tarihli, L. Kugelmann’a Mektubundan).

Realpolitiker’ler için aslolan kısa vadeli kazanımlardır; ama bütün iktidarın halkın temsilcilerine devredileceğini bilen ve bunun gereklerini bugünden yerine getirmeye çalışan Devrimci Yol’cular için bu tür bir kıyaslama bile haksızlık sayılacaktır.

Devrimci Sol ayrılığının arka planı ve bir tarihsel kesite dair anımsatmalar

Devrimci Yol’un ideolojik-politik biçimlenişinde Direniş Komiteleri tartışmaları bir dönüm noktasıdır. THKP/C’nin ideolojik-politik biçimlenişinde en büyük eksikliği oluşturan halka tamamlanmış, kendi içinde tutarlı, bütünlüklü bir devrim stratejisi oluşturulmuştur. Ancak oluşturulan çizgi, çok önemli “yeni açılımlar nedeniyle” başlangıçta THKР/С izleyicileri tarafından yoğun olarak eleştirildi. Bildirge tartışmaları sırasında konu yeterince olgunlaşmadığı için fazla tartışılmadı. Bildirgedeki “THKP/C’nin örgütsel yapılanışındaki eksiklikler” konusu yeterince netleşmemiş ve eksik bırakılmıştı. Belki de bildirge tartışmalarında bu konu yeterince açılabilseydi, daha sonra ortaya çıkan DS ayrışması olmayabilirdi. Kolaylıkla aşılabilecek nitelikteki “kişisel güvensizliğe” dayalı sorunlar, siyasal güven ile aşılabilirdi. Tam olarak olgunlaşmamış teorik konular üzerine süren tartışmalarda yeteri kadar ikna edici olunamayınca, kişisel güvensizlikten kaynaklanan sorunlar ideolojik boyuta taşındı.

Devrimci Yol’un ideolojik-politik çizgisi, her ne kadar THKP/C çizgisi üzerinde biçimleniyorsa da başlangıçta pek çok eksiklikleri içeriyordu. Sadece köşe taşlarıyla belirlenmiş olan tespitlerin içeriğinin tamamlanması gerekiyordu. Ülkemiz devrimci hareketinin çok köklü ve uzun bir mücadeleye dayanan geçmişinin olmaması nedeniyle, her türlü politik açılımların siyasal pratiğin ışığında ve onun doğrultusunda geliştirilmesi zorunluydu. Bu nedenle bildirgede pek çok teorik sorun, sadece köşe taşlarıyla sunulmuştu.

Bildirge tartışmalarına aktif olarak katılan ve daha sonra DS ayrılığında önemli rol oynayan çevrelerden, başlangıçta önemli bir eleştiri gelmedi. Sadece bazı kavramların neyi içerdiği konusunda bazı sorular vardı. Bu konular da yeterince olgunlaşmadığı için pek fazla tartışılmadı.

Bildirge bir yayın organın dışında, öncelikli alanlara ve bölgelere “iradi” müdahaleyi de içeriyordu. Anadolu’da ve İstanbul’un bazı bölgelerinde yapılan müdahalelerde yoğunlukla İstanbul dışından gelen kadrolara öncelik tanınması, Devrimci Gençlik mücadelesinin oldukça ileri boyutlara ulaştığı İstanbul bölgesindeki kadrolarda bir güvensizlik olarak algılandı. Bir gençlik hareketi olmaktan, hayatın her alanında örgütlü bir siyasi hareket -giderek parti- olmaya geçişin özellikleri olarak algılanması gereken bu olaylar, kendilerine güvensizlik gerekçesine bağlandı. Bu kavrayış kısa sürede “yazılıp çizilenlere güvensizlik tarzında bir tepkiye dönüştü. Sürdürülen ikna tartışmalarında da başarılı olunamadı. Bu başarısızlıkta en önemli nedenlerden biri tartışma konularında henüz yeteri kadar nitelikte bir açılıma ulaşılamamış olmasıydı. Devrimci Yol’un en özgün ve önemli teorik açılımları DS ile sürdürülen ideolojik polemikler sonucunda olgunlaştı. Ancak Devrimci Yol-Devrimci Sol ayrışmasının anti-faşist mücadeleye verdiği büyük zarar aşılamadı.

Bugün gelinen noktada, “dün” ayrışmanın en önemli teorik malzemesi olan konularda Devrimi Yol’un oluşturduğu anlayışın, bugünkü DS izleyicilerinin savunduklarıyla benzerliği düşünülürse, bu tür ayrışmaların doğallığı yanında ne denli yapay olduğu da görülür. Dünün en önemli tartışma konusu olan “Direniş Komiteleri”nin PASS ve Öncü Savaşı ile çelişeceği” yanılgısı tümüyle aşılmış gibi. “Meclis”, “inisiyatif”, “konsey” gibi kavramlarla; Direniş Komitelerinin basit bir karikatürü olmaktan ileri gitmeyen örgütlenmeleri savunmayan hemen hemen yok gibi. Aynı şekilde “iç savaş ya da devrimci iç savaş tespitinin öncü savaşını gereksiz kılacağı” (!) “incisi”ni de kimse hatırlamıyor.

Bugün artık kimse, Devrimci Yol-Devrimci Sol ayrışmasının hangi teorik motifler etrafında yaşandığını tartışmıyor. Sadece, var olan ayrışmayı meşrulaştıracak biçimde, “dün ilişkilerin ne kadar keskinleşmiş olduğu” ön plana çıkarılıyor. Bu noktada yaşanmış birkaç olumsuzluk genelleştirilerek, aşırı biçimde abartılmış olarak bugüne taşınıyor. Bugünkü aşırı saldırganlığın malzemesi yapılıyor. Gerçekte ise koşullar, “mükemmel” bir geçmiş övgüsünü değil, ortaklaşılan değerlerin övgüsünü gerektiriyor. Böyle bir ayrışmada “hatasızlık” olamayacağı gibi, tek taraflı hata da olmaz. Bu sorumluluk bilinciyle hareket eden bugünün kadroları, “dün”ün hatasına düşmezler.

Devrimci Yol, kendiliğindenci bir yapı mıydı; kendiliğindencilikten ne anlaşılmalıdır?

Bugün, özellikle ’80 sonrası yetişmiş ve ’70’li yılların kendine has mücadele pratiğine tanıklık edememiş genç kuşağa, ’80 öncesine dair bilgi aktarılırken, içler acısı bir basitliğe düşüldüğüne ve -niyet bu olmasa da- yanıltıldığına tanık olmaktayız. Yeterli bilgi yerine, kalıplarla/şablonlarla iş görmeye alıştırılan insanlar; bir dönemi veya bir olguyu ele alırken, bu kalıplardan yararlanarak ihtiyacını karşılar (!). Örneğin, “Devrimci Yol, kendiliğindenci bir harekettir” diye bir ön kabul, veri olarak alınır ve “madem kendiliğindencidir, o halde programı, organlaşması, uzun erimli tasarımları vs. de yoktur.” diye düşünülür. Ve buradan, reformistlik iddiasına “kanıt” taşınır. Yapılan bu totoloji, biraz da kulaklara yalan yanlış doldurulmuş “hapishanede direnme” edebiyatı ile kuvvetlendirilince; bir daha başka türlü düşünmesi olanaksız bir insan tipi oluşur. Devrimci Yol denince, elinin tersi ile itecek ve bu yapının tarihine ait reddedemediği somutlukta bir güzellik duyunca şaşıracaktır.

Bundan, birileri medet umar mı gerçekten? bilemiyoruz. Ama, biz hiçbir devrimci yapının, bir başka devrimci yapıya yönelik yıpratma kampanyaları ile yol almayı tercih etmediği bir dostluk çerçevesi, bir ilişki biçimi temenni ediyoruz. Örneğin biz; 12 Temmuz’u, 17 Nisan’ı kadrolarımıza aktarmaktan; tarihin bu tür kesitlerini öne çıkarmaktan onur duymaya devam edeceğiz. Bu, bizi eksiltmeyecektir!… Aynı şekilde, Hasan Ocak denince; bir MLKP’linin hissedeceği şiddette onurlanmayı biz de hissedeceğiz. Veya kayıplardan söz ederken, kendimizi Hasene Türkoğlu yerine koyacağız. (Bkz. Devrimci Hareket s:4)

O halde gelin, o dönemi yaşayanların dahi anlamakta güçlük çektikleri bir zenginlik taşıyan Devrimci Yol sürecini, daha objektif ve dostane bir biçimde değerlendirelim. Eğer kendiliğindencilikten, dışsal olguların süreç üzerindeki etkisini anlıyorsak, tüm dönemlerin kendiliğindenci bir yan içereceği, bir gerçektir. Örneğin Mahir’in “Hayat işçi, köylü, öğrenci gençliği bir araya getirdi” biçimindeki ifadesi, böyle bir anlam taşımaktadır. Ancak, hepimiz biliyoruz ki, THKP/C’nin oluştuğu 1970 Aralık’ına kadarki süreçte; iradenin, seçiciliğin, yönlendiriciliğin tayin edici rolü olmuştur.

Kızıldere sonrasındaki süreçte ise örgütsüzlüğün, dağınıklığın, belirsizliğin etkisine rastlamak nasıl doğal ise, bu sürecin söz konusu karakteristik özelliklerini adım adım geride bırakarak, birtakım iradelerin etkisi altında şekil alması o denli gerçektir. Bir başka ülkede daha önce benzerinin yaşanmış olması şart olmayan bu süreçte gençliğin etkisinin, dernekleşme yoğunluğunun, heterojen bir içerik taşıyan sosyal kabarışın giderek şekil alması “falanca örgüt” için değil, tüm örgütler için geçerli; geçerli olduğu kadar da doğaldır. Ancak bu dönemde çıkarılan Devrimci Gençlik dergisine, dergi kapsamında tartışılan konulara, pratiğe yönelik müdahalelerde gerçekleşen üretkenlik ve seçiciliğe bakıldığında bir farklılık görülecektir. Sosyal emperyalizm, Çin-Sovyet kutuplaşması gibi konuların ve uğraş alanlarının dışında çok daha farklı bir kulvarda “Faşizme karşı mücadelenin gerekleri” saptanıyordu. Tarihin hiçbir döneminde kendine bir “kıble” seçmeyen Devrimci Yol ve önceli örgütlenmeler her zaman için; konjonktürel olanın genel olanla bağlarını kurarak, uzun ve kısa vadeli politikalar üreterek gündem içerisinde yer almaya, gücü yettiğince de gündemi belirlemeye çalışmıştır.

Devrimci Yol değerlendirmelerinde tümüyle “kendiliğindenci” ya da “iradi” bir hareket olduğu tanımlamaları eksik kalır. “Bildirge” ile yapılan müdahale ikili bir nitelik içeriyor. Ülke devrimci hareketinin temel teorik sorunlarının tartışıldığı, antifaşist mücadeledeki deneyimlerin aktarıldığı bir platform olarak yayın organı ile yapılan müdahale, büyük oranda kendiliğindenci bir gelişmeyi hızlandırmıştır. Ancak aynı dönemden başlayarak, devrimci hareketin gücü oranında ve öncelikli olarak tespit ettiği bölge ve alanlara yönelik örgütlenme çalışmaları, ağırlıklı olarak, iradi bir nitelik taşıyordu. Bunun yanında, ülke genelinde sürdürülen antifaşist mücadelenin artan faşist saldırılara da bağlı olarak çok kısa sürede öngörülenden daha hızlı gelişmesi ve kitleselleşmesi, kendiliğindenci gelişmelerin sürmesine neden olmuştur. Nitelikli kadroların oldukça uzun sürelerde yetiştiği düşünülürse; nitelikli kadrolara dayalı merkezi örgütlenmelerde, hızla oluşan bir şekillenme beklenmeyecektir.

Bu çerçevede tartışılması gereken asıl mesele, örgütsel mekanizmada kendiliğindenci yapıların olup olmaması değil, merkezi politik yapıların kendiliğindenci gelişmelere gereğinden fazla prim verip vermediğidir.

Devrimci Yol; sekter, kavgacı, sol içi şiddete başvuran bir hareket midir?

Devrimci Yol’a dair günümüzdeki temel yanılgılardan biri de Devrimci Yol’un sekter, sol içi şiddet eğilimli bir hareket olduğu düşüncesidir. Bu düşüncenin ortaya çıkışında büyük oranda ’80 öncesi yaşanan sürecin özellikleri etkili oldu.

’80 öncesi yaşanan süreçte yer alan siyasal odakların büyük bir kısmı, tamamen farklı koşullarda, tarihsel kesitlerde ve mekanlarda oluşturulan teorik formülasyonların neredeyse şablonunu çıkarır gibi, ülkemiz koşullarında da geçerliliğini savunuyordu. Bu kesimlerin teorik mücadeleden anladığı da daha önce yazılıp çizilenleri “alıntılamak”tı.

Bu çevrelerin, önemli uğraş alanlarından biri de ülkemiz solunda özgün bir ideolojik-politik çizgiyi sürdüren Devrimci Yol eleştirileriydi. O dönemde yayınlanan tüm sol yayınların içeriğinin neredeyse yarısını, Devrimci Yol eleştirileri oluşturuyordu. Ve Devrimi Yol tüm eleştiri ve saldırılara, suçlamalara karşın hızla gelişen ve kitleselleşen bir hareket olmuştu. Devrimci Yol’un içinde yaşanılan döneme ilişkin her yeni siyasal önermesi, bu kesimler tarafından tepki ile karşılanıyordu. Sol içinde yaşanan bu tartışmaların bazı birimlerde -içinde yaşanılan dönemin de etkisi ile- istenmeyen boyutlara ulaştığı gözlemleniyordu. Ancak Devrimci Yol ile tüm siyasal hareketler arasında yaşanan olumsuzluklar, diğer sol gruplar arasında yaşananlardan daha fazla değildi.

Diğer yandan, yaşanan dönemde antifaşist mücadelenin başarısı, faşizme karşı olan tüm güçlerin birliğinden geçiyordu. Antifaşist mücadelenin birliğinin önüne -ne gerekçe ile olursa olsun- konulan engellerin mutlaka aşılması zorunluydu. Azami ve siyasi programları çok farklı olsa da faşizme karşı olan tüm kesimlerin eyleminin birliği sağlanmalıydı. Bu doğrultudaki çalışmalarda ve sol içi çelişmelerde temel alınması gereken ideolojik mücadelenin yerini, bazı konumlarda istenmeyen olumsuzlukların aldığı da görülüyordu. Ancak çok sınırlı olan bu olumsuzlukların genelleştirilerek, tüm sürece maledilmesi; objektif bir davranış olmayacağı gibi, “değerlendirme”yi aşan maksatları da içerir.

Aktarıyoruz: “O dönem bize yönelik saldırıların çok büyük bir bölümü DY’lilerden gelmiştir. DY ile özel bir husumetimiz mi vardı? Bizim açımızdan yoktu. Ama onlar açısından durum biraz farklıydı. ” (HALK İÇİN KURTULUŞ, s:42)

“Afişlerimizi polislerden, faşistlerden önce DY’liler sökerdi. İstanbul’da, Anadolu’da halâ bu tarihin duvarlardaki izleri vardır. Devrimci sol imzalı duvar yazılarındaki ‘S’lerin üstüne ‘Y’ çizilmiş hali o zamanlardan kalmadır. DY bunun için dövmekten, silahlı saldırıya kadar her yönteme başvurmaktan kaçınmamıştır.” (a.g.y.)

Özellikle bilinmesi gereken bir gerçek var ki, o da bizlerin (devrimci yapıların) birbirine benzediğidir. Eğer bir şeyler yaşanmışsa ve bunları paylaşacak isek, sırtımıza benzer yükler binecektir. Hatta, “Maocu bozkurt” ve “sosyal-faşist” gibi kamplaşmaların yarattığı sürtüşmeleri dönemsel bir özgünlük olarak değerlendirip dışta tutacak olursak, açıklıkla görülecektir ki; ’80 öncesinde sol içi şiddet, bütüne hâkim olan ve yaygın olarak başvurulan bir özellik değildi. Hele ki, DS ayrılığı süreci için bu tür atıflarda bulunmak, salt bir abartıdan ibarettir. Karşılıklı olarak “birbirimizi dövdüğümüz” ve kısa sürede sakinleşen o süreçte, herhangi bir tarafın kayıp vermemiş olmasını bugün bizler, sevinç sebebi olarak kabul ediyoruz. Birim birim verebileceğimiz pek çok örnek olmasına rağmen, bunda yararlı bir boyut görmediğimiz için ve o günün öznelerinin bir kısmının şehit olması sebebiyle; bugünkü koşullarda biz, Devrimci Sol (DHKP/C) ile farklarımızı değil, ortaklaşmalarımızı büyütme kaygısı taşıyoruz. Yoksa her aklı başında insan bilir ki, bir siyasal hareketten kopan insanlar topluluğu; ne kadar iradi bir süreçten geçirilirse geçirilsin, belli bir süre ortak karakteristik özellikler çizer. (Hatta, ayrılırken daha radikal olmak iddiasını öne çıkaran ve bunun psikolojik baskılanmasını yaşayan bir kesimin, gerginliklerde olgunluk sınırını aşması daha fazla mümkündü.) Örneğin biz “DS” yazılarındaki “S”yi silip, “Y” mi yapıyorduk? Samimiyetle ifade edebiliriz ki buna somut olarak şahit olmadık; ama dostlarımızın doğru söylediğini düşünüyoruz. Ancak biz, yazdığımız hangi yazıların ikinci gün sabah “DS” diye değiştirildiğine dair mahalle ve sokak ismi verebiliriz. Bunlar, o günün koşullarında yaşanmış ve bugün ısıtılması pek de gerekli olmayan pratiklerdir. Bunların Devrimci Yol’un sol içi şiddetine örnek olarak verilmesini zorlama olarak değerlendiriyoruz.

Devrimci Yol’un ÖDP ile özdeş tutulmak istenmesi; maksatlı bir saptırma değil ise, bir haksızlıktır

Bazen bir ağaç, ürettiği çiçeklerin önemli bir kısmını döker veya verdiği meyveler önemli miktarda çürük çıkar. Bu, elbette geçiştirilecek bir mesele değildir; ama burada önemli olan ve amaçlanması gereken şey; birincisi, ağacı ayakta tutmaktır. İkincisi, bundan sonraki çiçek-meyve sürecinin verimli bir hale sokulmasıdır.

Tarihsel gelişim süreçleri incelendiğinde, bugün sahip olunan kazanımların bir anda oluşmadığı, dalgalı ve sancılı süreçler sonunda yerleştiği görülecektir. Aynı şey, deneyimler için de geçerlidir. Bilindiği gibi, son iki yüzyıla izlerini yansıtan kazanımlarıyla, tarihsel gelişimin önemli bir kesitini ifade eden 1789 Fransız Devrimi; monarşiye karşı burjuva cumhuriyetinin zaferini kalıcılaştırma işini uzun ve gel-gitlerle dolu bir sürecin sonunda -1871’in ertesinde- sağlayabilmiştir. Kurulan, kurulduktan sonra tekrar yıkılan; yerleşmesi parça parça sağlanan kazanımlar, kullanıcıları tarafından hazır devralındığı için çoğu kez- geçirdiği gelişim evreleri dikkate alınmaksızın değerlendirilir. Bu, doğru bir tarih bilincinin yerleşmesi ve güne dair gelişmelere iz düşürülebilmesi önünde ciddi bir engel olarak durur.

Bugüne dek hangi zafer kolay kazanıldı; hangi kazanım kolay kökleşebildi ki? Spartaküs’ten Bedreddin’e, Bastille’i yıkanlardan Komün savaşçılarına, 1917 Ekim’inden bugüne uzanan süreçte bir devamlılık, bir birikim aktarımı söz konusudur. Bunu kavrayabilenler için, “Tarihin sonu”, yolun sonu, zaferin olanaksızlığı gibi ibareler her zaman için, gelişmenin ayak bağı olarak görülmüş ve bunlara itibar edilmemiştir.

Tek bir bireyin durumu değerlendirilirken de benzer bir yaklaşımdan yola çıkılmalıdır. Öncelikle bilinmelidir ki, doğrular gibi yanlışlar da birikir. Ve fiilen neyi biriktiriyorsanız, siz o sıfatta bir kişiliksiniz. Nasıl olsa devrimci olunduğu önkabulü kimseye keyfiyet özgürlüğü vermez. Eğer tembellik yapıyorsanız, eğer bencillik yapıyorsanız, eğer “boş işlerle” uğraşıyorsanız; tembelliğin, bencilliğin ve boşluğun karakterize ettiği bir kişiliğin tuğlalarını örüyorsunuz demektir. Çimentolanmamış ve tek başına duran bir tuğla önemli görülmeyebilir; ama çimentolanıp, başka tuğlalarla birleşmeye başladı mı kısa sürede koca bir yapının oluşuvermesi işten bile değildir.

Devrimci bir kişiliğin sorumsuzluğu seçebileceği anlar yoktur. Her durumda mutlaka sorumluluk yüklenmesi gereken, özel bir tercihtir devrimcilik. Doğruları biriktiriyorsanız; sürekli olarak, doğrunun sonsuz ufkuna doğru yol alırsınız. Ve bunu, gün gün olmasa da yolun belirli yerlerinde, büyüyen yanlarınızla görürsünüz. Tersi durumlarda ise, yani yanlışları biriktiriyorsanız; yolun ilerleyen aşamalarında devrimciliğinizin küçüldüğünü ve yerini “bir başka şeyler”in aldığını görürsünüz.

Bu bağlamda, militan solu var eden argümanlara sürekli olarak salvo atışlarda bulunup, mesafeyi büyüten ve bunu “kitle partisi devrimciliği” ile ikame eden “eski devrimci”lerin, “yeni durum” tarafından biçimlenmeleri “anlaşılır” bir sonuçtur. Buradan hareketle Devrimci Yol’a fatura çıkarılamaz/çıkartılmamalıdır. Dün devrimci bir zeminde biriktirilen değerler insanların biçimlenmesi üzerinde nasıl rol oynuyor idi ise; bugün de içine girilen ve bir hayli yol alınan ÖDP kulvarı insanları biçimlendiriyor. Daha kısa ve net ifade etmek gerekirse; hangi işi, yaşamınızın odağına almışsanız o işin kişisi olmaktasınız veya olmuşsunuz demektir.

ÖDP’nin içinden veya dışından yapılan Devrimci Yol benzeştirmeleri, hiçbir ciddi platformda dile getirilecek türden değildir. Dahası, bunu “içerden” yapanlar; geçmişteki Devrimci Yol’cu kimlikleri ile köklü bir hesaplaşmaya gitmeden ve her türlü bağı -ruhsal olanı da- koparmadan yapamazlar. Ancak, ÖDP’nin 1982’lerde Devrimci Yol saflarından ayrışan ve “Devrimci Yol’dan alınacak tek şey vardır, o da Direniş Komiteleridir” düşüncesinde olanlarla oldukça fazla benzerliği vardır.

Sahip oldukları tüm olanaklara rağmen, içinde yaşadıkları dönemi kavramakta bile güçlük çeken ve siyasal varlıklarını neredeyse “iyi ki Susurluk vardı” dedirtircesine sadece Susurluk’un toplumda yarattığı siyasal hareketliliğe borçlu olanların Devrimci Yol ile benzerliği düşünülemez.

Devrimci Yol ve ÖDP arasında, kimi simalara; önce birinde, sonra diğerinde rastlanmış olmasından başka bir benzerlik, bir devamlılık kurmak olası değil. Gerçekten, kimi çevrelerde, maksatlı veya maksatsız bu tür bağların kurulması eğilimine rastladığımızda; nasıl bir muhakeme tarzıyla karşı karşıya olduğumuzu anlamakta güçlük çekiyoruz. Ne yazık ki -ve öyle görülüyor ki- Türkiye solu daha uzun bir süre, bu türden yöntemlerle iş görmeye devam edecek gibi. Hatta, yaptığımız bu çalışmanın dahi, gerekli sabır gösterilerek, yeterince incelenip sonuçlar çıkarılmasının -büyük bir kesim için- söz konusu olmayacağını düşünüyoruz.

Dostluk adına acı verecek denli kolaycılık ve tembellikle malul bir yöntem, en yakın siyasal yapıların dahi değerlendirilmesinde kullanılmaktadır. Bizler yine de sabırlı olacak ve kendimizi -bazen tekrara başvurarak- adım adım anlatacağız. Biliyoruz ki, bu işin ısrarlı olmaktan ve devrimci örgütlere “yürek sahasında” bir yer ayırmaktan başka yolu yok.

Yazımızın bütünlüğü içerisinde ve genel olarak, genişçe bir ÖDP tartışmasına girmediğimiz/girmek istemediğimiz için burada kısa bir irdeleme ile noktalamak istiyoruz.

ÖDP ne parti ne de cephe tanımlamasına uyan; amorf bir yapıdır:

Öz örgütlenme ile cephesel örgütlenme bir ve aynı şeyler olmadığı gibi, birbirinin alternatifi de değildir. Ancak işlevleri, mücadelede başarı şansları birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Özellikle devrimci mücadelenin uzun zaman dilimlerine yayıldığı durumlarda, bu iki farklı örgütlenmenin sorunlarının tartışılması zamandaş olabilir. Ancak, bu zamandaşlık iki farklı örgütlenmenin gerekliliğini, zorunluluğunu ortadan kaldırmaz; süreçte, öz örgütlenmenin yaratılması görevi daha ağır bir sorun olarak kendini hissettirir.

Kavramların algılanmasında yaşanmış olduğunu düşündüğümüz erozyonu hesaba katarak, kısa bir hatırlatma yaparsak:

Öz örgütlenme -parti-, toplumu nihai hedefe kadar götürmeyi amaçlayan, profesyonel devrimcilerden oluşan dar kadro örgütüdür.

Cephesel örgütlenme, toplumun herhangi bir evresindeki ortak hedefler doğrultusunda, farklı sınıf ve katmanların siyasal temsilcilerinin oluşturduğu geçici birlikteliklerdir.

Göründüğü kadarıyla; ÖDP, “öz örgütlenme” tanımlaması için gereğinden çok fazla “geniş”, cephesel örgütlenme için ise, gereğinden fazla “dar”dır. ÖDP, her şeyden önce ne olmak istediğini net olarak ortaya koymak zorunda. Varlığını sürdürebilmesinin en önemli koşullarından birisi budur. “Öz örgütlenme” misyonuna soyunduğu süre içinde, en basit bir siyasal tavır alışta ve pratikte, kendi iç tartışmaları ile -ilişkiler zaten pamuk ipliği ile bağlı- dağılıp gidecektir; ya da iç tartışma yaşamamak için tam bir siyasal pasifizm sergileyecektir. Her iki koşulda da varlığını sürdürmesi oldukça zordur.

Cephesel örgütlenme misyonuna soyunabilmesi için ise, yapısı çok dardır. Ceрhesel örgütlenmeyi dayatan çok somut hedeflere, en geniş kesimlerin katılımının sağlanabilmesi için sürdürülecek siyasal, teorik tartışmaların odağını bu somut hedefler oluşturmalıdır. Sadece “sol”un ve solun bir kesiminin teorik sorunlarının tartışılması çerçevesinde, cephesel birlik zorlanamaz. Ayrıca, cephesel birlikteliklerde, “ortak sorumluluklar”, “ortak hedeflerle” sınırlıdır. Bunun dışında, her sınıf veya katmanın bağımsız kendi öz örgütlenmeleri, siyasal hedefleri ve programları vardır. Hatta, cephesel birlikteliklerde farklı siyasal eğilimlerin -sınıf veya katmanların- inisiyatifi alma konusunda büyük rekabetleri de söz konusudur.

Hatırlanacağı gibi dün, Direniş Komitelerine vurgu yapılırken, aynı zamanda “Direniş Komitelerinin başarısı, ülke genelinde güçlü merkezi bir siyasal hareketin varlığına bağlıdır” deniyordu. Direniş Komitelerinin siyasal örgütlenmeler yerine konmasının ne denli yanlış olacağı sık sık vurgulanıyordu.

Bugün ise ÖDP, bazen bir cephesel örgütlenme olarak sunulurken, pek çok platformda, siyasal yapılanma (öz örgütlenme anlamında) olarak dayatılıyor. Kısacası ortada, mücadelenin ihtiyaçlarına göre biçimlenmediği her halinden belli olan, şekilsiz bir yapı duruyor.

Bunu, içindeki şahsiyetlerin eski siyasal duruşuna bakarak değerlendirmek yerine; bugünkü durumu ile incelemek, çok daha doğru ve anlamlı olacaktır.

Devrimci Yol, partileşme sürecini mükemmeliyetçi bir yaklaşımla mı ele aldı?

Dergimizin geçen sayısında, partileşme sorununu ayrıntılı biçimde ele aldık; ancak burada kısa da olsa bir hatırlatma yapma gereği duyuyoruz.

Devrimci Yol’un ’80 öncesi süreçte, tüm yaratıcı ve müdahaleci yanına rağmen, bir irade gecikmesi yaşadığı doğrudur. Ancak bu, Leninist örgütlenmenin nasıl kavrandığı ile değil; sürecin doğasındaki geciktirici faktörlerle ilintiliydi. Bir siyasal hareketin, var olan koşulların dayattığı kaçınılmaz sorumluluklar karşısındaki duyarlılığı ve sahip olduğu devrimci değerler; siyasal pratik tarafından sınava sokulduğunda, başarısı salt “örgütlenmedeki yeterli gelişmişlik” ile ölçülmeyecektir.

Dergimizin birinci sayısında, öncü savaşçı bir partinin oluşturulması çabasındaki gecikme için; “bu gecikmede irade gecikmesinin yanında mücadelenin gerektirdiği, paradokslarla yüklü görevlerin de etkisi vardır ” deniyordu.

Kavganın çok yönlü ihtiyaçlarını gözetmek, Devrimci Yol’a “mükemmeliyetçi” bir görüntü vermiş olabilir. Ancak, о günün mücadele görevlerini yüklenen ve gereklerini yerine getirmeye çalışan kesimlerin bulunduğu zeminden değil; kavga dışı bir zeminden kaydedilen, yanıltıcı bir görüntüdür, söz konusu olan…

Bizler biliyoruz ki; eksiği kalmamış, bir makina gibi işleyen gerek sosyal bileşim gerekse mücadelenin gerektirdiği organlaşma ihtiyacı açısından her türlü “uyum” problemini sıfıra indirgemiş bir parti, hiçbir zaman olmayacaktır. Eksikler, mücadele içerisinde giderilirken, diğer bir ifade ile; eksikliklerle mücadele edilirken, yeni duruma uygun yeni eksikler gündeme gelecek ve bu süreç, mücadelenin bütün aşamalarında değişik biçimler alarak devam edecektir.

Partileşme süreci, işçi sınıfı ve yandaşlarının, hayatın her alanında var olma ve iktidar mücadelesini sürdürebilecek merkezi bir parti örgütünü yaratma sürecidir. Var olan tüm ilişki ve olanakların, bu amaç doğrultusunda yapılandırılmasıdır. Sınırlı sayıda insanın bir araya gelmesiyle oluşturulacak yapı da “parti” olmakla birlikte; kavganın ihtiyaçları gözetilerek genişçe organize olmuş bir parti, oldukça uzun bir süreci gerektirir. Genel anlamda; ideolojik, politik ve örgütsel olarak işlevsel bir nitelik kazandıktan sonra bu süreç, önemli oranda tamamlanır. Bundan sonraki süreçte, partili yaşamın gerekleri öne çıkarken, yetkinleşme ve gelişme ihtiyacı son bulmaz; bu ikili boyut, partinin bir ihtiyaç olmaktan çıkması dönemine dek sürer.

Devrimci Yol’un tarihi; içinde bulunulan koşulları doğru yorumlama, sürecin içerdiği diyalektik içgörüyü kavrama ve buna uygun yöntem geliştirme tarihidir

Sosyalizmin yüzyıllara yayılan tarihçesi, aynı zamanda bir birikim sürecinin de tarihçesidir. Var olan deney ve birikimler, 1917 Ekim Devrimi ile taçlanıp, somut bir karşılık bulunca; iyice boyutlanmış ve daha geniş bir zeminde çoğalma olanağı bulmuştur. 20. yüzyıl, sosyalizmin zaferine tanık olurken; aynı zamanda, kuramsal düzeyde daha köklü araştırmaların yapıldığı ve fikri düzeyde önemli gelişmelerin yaşandığı bir yüzyıl olmuştur.

Sovyetler’de yaşanan çöküntü sonrasında bu birikim, şimdiye dek hiçbir yenilgi anında yapılmayan biçimde sıfırlanmak istenmiştir. Hatta daha ileri giderek, “Bugün herşeyden önce sosyalizm fikriyatının başlangıç noktasına, hatta başlangıçtan daha dezavantajlı bir noktaya geldiğini söylemek yanlış olmayacaktır” diyenler olmuştur. (bkz. Yeniden, s:24, Devrimci Yol Dosyası sayfa: 18). Sosyalizm fikriyatının, başlangıçtan da geriye gitmesi mi? Bu, ancak birikim için toplam alırken; artılar yerine eksileri, moral yerine demoralizasyonu alan, gayrı memnun bir zeminde varılabilecek bir sonuçtur.

İnsan, felaket tellallığına soyunup, karamsarlığı bir tarz olarak benimsedi mi; durduğu yer gibi, baktığı yeri de karanlık olarak görür. Türkiye solunun halinin nice olduğu ve Marks’ın kemiklerini sızlattığı kanaati ile yapılan değerlendirmeler, gerçekte Marks’tan da mücadelenin diyalektiğinden de anlamamanın dışavurmuş, uçlaşmış sonuçlarıdır. Özellikle ’90’lı yıllarda açıkça su yüzüne çıkmış olsa da gerçekte bu eğilimlerin yıllar öncesine dayandığını söylemek abartılı olmayacaktır. Yenilgi sonrası süreç incelendiğinde, söz konusu örneklerde bu eğilimin izlerine rastlanacaktır.

Dönüp dolaşıp, Türkiyeli devrimcileri, Türkiye’deki mücadele grafiğini ve birikim düzeyini olumsuzlamayı kendine vazife edinenler; aynı bağlam içerisinde dünyayı da incelemeyi deneseler üzerinde yaşadıkları toprağın ne denli büyük ve anlamlı mücadelelere sahne olduğunu belki- kavrayacaklardır. Daha önce de sözünü etmiştik; Türkiye, ’80’li yıllara girerken dünyanın pek çok yerinde yaşanan kesintiyi yaşamamış ve mücadelede bir süreklilik sağlamış ender ülkelerden biridir. Sahip olduğu devrimci dinamikler ve yoğun kadro birikimi ile adeta bir devrimciler deposudur. Var olan devrimci örgütler -PKK’de dahil-, dünyadaki diğer örnekleri ile kıyaslandığında, Marksizmi kavrayıştaki üstünlüğü; kadro, sempatizan ve taraftar ağı; kesintiye uğratılmadan korunabilmiş bir örgütsel yaşam vb. özellikleri ile avantajlı durumda olduğu görülecektir. Ayrıca, dünyadaki kimi örneklere -Tupac Amaru gerillaları gibi destansı anlamlar yüklememiz ne denli anlaşılır ve gerekli ise; yanı başımızda yaşanan bu türden onlarca örneğe de ayni anlamı yüklemesini bilmek durumundayız. Kavganın vardığı yer artık, her şeye “tu kaka” demeyi marifet zannedenlerin ufkunu çoktan aşmıştır. Devrimci Yol’culuk, keyfi bir tanımlama veya isteyenin yakasına takacağı bir rozet de değildir. Dün kavganın en sıcak yerinde bulunmak; her türden gelişmeye müdahaleyi sorumluluk alanı içinde görmek, subjektif şartları (örgütlülük düzeyini) edilgenliğin gerekçesi etmemek nasıl Devrimci Yol’culuk kıstasları arasında yer alıyor idi ise, bugün de böyledir. Gerisi, öznel nedenlerle seçilen duruş noktalarını teorize etme çabasından öte bir anlam ifade etmiyor.

“Devrimci Yol’un tarihi; içinde bulunulan koşulları doğru yorumlama, sürecin içerdiği diyalektik içgörüyü kavrama ve buna uygun yöntem geliştirme tarihidir. (…) Bugün için teorik saptamalar da bulunurken izlenmesi gereken yöntem; eldeki teorik/pratik mirası dondurmak değil; her döneme cevap verebilecek üretken bir zeminin üzerine oturtmaktır.” (Devrimci Hareket, s:5).

Sosyalizme dair normların soyutlamalar düzeyini aşamamış olması, embriyon düzeyinde de olsa birtakım olguların bugünden geliştirilmesini gerektiriyordu

’80 öncesi süreç, bir taraftan yakın devrim -ve sosyalizm- hayallerinin yaşandığı, diğer taraftan gerçekte sosyalizme dair çok sınırlı bir ufka sahip olunduğu bir dönemdi. Elde, Paris Komün’ü idealleri vardı; ancak, böyle bir toplum biçiminin tepeden tırnağa alacağı şekil üzerine yeterli düzeyde ne yazılı ne de yaşanmış örnekler yoktu. Sosyalizme abartılı yakıştırmalardan, burjuva demokrasisiyle örtüşmeye kadar geniş bir yelpaze oluşturan bilgi eksikliği nedeniyle; aynı konuda, birbiri ile uyuşmayan birkaç ölçünün sosyalizm adına savunulması mümkün olabiliyordu. “Sosyalist toplumu eşitliğin imparatorluğu olarak düşünmek çok dar bir Fransız anlayışıdır, ki eski özgürlük, eşitlik, kardeşlik sloganına dayanır. Bu anlayışın evrimin bir aşamasına tekabül ettiği için, zamanında ve yerinde bir varlık nedeni vardı; ama bizden önce gelen sosyalist ekollerin aşırı ölçüde dar olan bütün kavramları gibi aşılmaya yargılıydı, çünkü bu kavramlar zihinlerde karışıklığa neden olmaktadırlar ve gerçeklere daha uygun olan daha tam ve doğru kavramlara yerlerini bırakmışlardır.” (Engels, August Bebel’e, Mektup, Londra, 18-28 Mart 1875)

Örneğin feodal kültürlenmenin bir normu, “devrimcilik kıstası” sayılabilirken, pek çok konuda daha önce hiç kafa yormamış olunduğu da görüldü.

Var olan “sosyalizm”ler ise, geriye doğru bir dönüşün her türlü sinyalini veriyordu. Hiçbir zaman bir şeyin embriyonunu o şeyin kendisi olarak görme yanılgısına düşmeyen Devrimci Yol, bir taraftan sosyalizme dair yaşam örneklerinin, araç ve organların oluşumu için adım atarken, diğer taraftan bu sürecin sanıldığından daha uzun olacağının altını çiziyordu. Örneğin bugün çeşitli alanlarda rastladığımız; bir toplum örgütlenmesine, iktidar organı olmaya aday -ama cenin halindeki- bir oluşuma iktidar organıymışçasına roller verme, işlevler biçme hatasına düşülmedi. Eğer bugün Devrimci Yol’dan birtakım deneyler örnek olarak alınacaksa; salt biçimi ile değil, özüyle beraber, “nasıl?”ı, “niçin?”i bilerek alınmalıdır. Yoksa yaratılacak olan şey, ismini aldığı ve kendisi olmaya aday göründüğü şeyin karikatürü olacaktır.

Devrimci Yol, devrimini yapmış ülkelerin Paris Komünü ideallerinden uzaklaşmakta olduğunu saptamış ve alternatif arayışına girmiştir

Devrimini yapmış ülkelerde özellikle 1960’lı yıllardan itibaren; “sosyalizm” uygulamalarında edinilen deneyimlerin, karşılaşılan sorunların, süreçte yapılan hataların bilimsel tarzda tartışılarak aşılması Marksizmin gelişiminin önünü açabilecek olgulardı. Ancak dünya genelinde süren soğuk savaş, Sovyet-Çin kutuplaşması gibi gelişmeler bu tür bilimsel çalışmaları önemli oranda etkiledi. Sosyalizmin inşası sürecinde yaşanan sorunlar ve olumsuzluklar büyük oranda “karşı taraf”ın siyasal bir malzeme olarak kullanabileceği gerekçesi ile; ülke ve dünya kamuoyundan, devrimcilerden gizlendi.

Bu ülkelerdeki sosyalizm uygulamalarına ilişkin, sol içinde süren tartışmaların içeriğini de genellikle soğuk savaş ve Sovyet-Çin kutuplaşmasının öne çıkardığı çoğunlukla spekülatif olan konular oluşturuyordu. Bu koşullarda süren tartışmaların ve kutuplaşmaların; Marksizme, sosyalizmin kuruluş sürecine ilişkin teorik formülasyonlara ulaşmada önemli bir katkısı olmayacağı kesindi.

Yapılması gereken, soğuk savaşta ABD’ye karşı Sovyetlerden yana olmak değil, kapitalizm ile sosyalizm arasındaki mücadelede sosyalizmden yana olmaktı.

Sovyet-Çin kutuplaşmasında yapılması gereken, görülebildiği kadarı ve dış politikaya yansıyan biçimiyle sosyalist uygulamalarında önemli eksiklikler ve hatalar taşıyan bu iki siyasal odak arasında taraf olmak değil; her iki ülkenin devrimcilerinin devrim mücadelesi ve sosyalizmin kuruluş sürecindeki deneyimlerinden yararlanılarak, ülkemiz devrimci hareketinin gelişiminin ve teorik sorunlarının çözümünün önünü açmaktı.

1970’li yıllarda, Sovyetler’de ve diğer devrimini yapmış ülkelerdeki sosyalizm uygulamalarının sonuçları daha kolaylıkla görülebilir bir hale geldi. Bu dönemde Devrimci Yol ikili bir görevle karşı karşıyaydı:

  • Uluslararası düzeyde yaşanan Sovyet-Çin kutuplaşmasının ülkemize yansıması sonucu, anti-faşist mücadele büyük oranda gerilerken; ayrışmaların en olumsuz etkilerini en aza indirebilecek teorik-pratik bir çizgi izlemek… Bu doğrultuda “geçiş dönemi” sorunlarının kavranışına ilişkin teorik tartışmalarda, her iki yanlış eğilim karşısında oldukça tutarlı ve bütünlüklü teorik açılımlar sağlanabilmiştir. Faşizme karşı mücadelede olumsuz bir etken olan bu kutuplaşmanın etkisi, süreç içinde önemli oranda azaltılabilmekle birlikte, tümüyle ortadan kaldırılamamıştır. Bu durum, 12 Eylül’ün başarılı olabilmesinin ön koşullarından birini yaratmıştır.
  • Devrimini yapmış ülkelerde karşılaşılan sorunların tümünün, yöneticilerin kişisel hatalarından kaynaklandığını söylemek oldukça zor. Yaşanan sorunların bir kısmının nedenleri; devrimin hemen sonrasında, devrim sırasında ve hatta devrim öncesi dönemlerdeki ideolojik- politik-örgütsel yapılanışta aranmalıdır. Bu konudaki hataların temel nedenini, örnek alınacak başarılı bir deneyimin olmaması oluşturmaktadır.
  • Bu noktada Devrimci Yol çok önemli bir işlev üstlendi. Ülkemiz devriminde benzer sorunların yaşanmaması için, uzun süreli halk savaşı stratejisine yeni açılımlar getirilmeye çalışılmıştır. Direniş Komiteleri gibi siyasal pratiğin öne çıkardığı bir olgu, uzun süreli halk savaşı stratejisi ile bütünleştirildi. Tüm dünyada, özellikle Avrupa solunda, oldukça “sağ” bir içerik ile tartışılmakta olan “alternatif örgütlenmeler” sorunu devrimci bir tarzla ele alınarak uzun süreli halk savaşı stratejisinin bir bileşeni haline getirildi. Henüz oluşum sürecinde olan bu strateji, hayatın her alanında ve her yerde var olan sisteme alternatif ve onun sosyalist toplumdaki karşılığı olabilecek; düşünce, ilişki ve yapılanmaların bir nüve olarak bugünden başarılarak oluşturulmasını içeriyordu. Var olana alternatif, onun yerini almaya aday, onunla uzlaşmayan ve mücadele içinde gelişen yapılanlardı, söz konusu olan.

Başlangıçta çok fazla bir işlevi yokmuş gibi görünen ve bir nüve olarak beliren bu yapılar, gerçek işlevinin halk savaşı stratejisi içinde bulurlar. Süren mücadele sonucu merkezi otoritenin o alandaki etkinliği azaltıldığı oranda gelişir ve onun yerini alır. Merkezi otoritenin etkisi ortadan kaldırıldığı anda da bu yapılanmalar o alanda alternatif bir iktidar odağı olarak işlev görür.

Sınıflı toplum ilişkilerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan edilgen insan tipine alternatif bir insan tipinin de oluşmasına hizmet edecek olan bu model, günümüzde “devrimini yapmış” ülkelerde rastlanan sorunların da çözümünü kolaylaştıracaktır. Devrimci Yol’un 1975-1980 sürecinde önemli oranda olgunlaştırdığı bu kavrayış, daha da geliştirildiğinde, Marksizmin günümüzde yaşadığı tıkanıklığa en azından yeni-sömürge ülkeler düzeyinde bir açılım getirme potansiyeline sahiptir. Günümüzdeki devrimci gelişmelerin odağını da genellikle yeni-sömürge ülkeler oluşturmaktadır.

Günümüzde bu model, devrimci içeriğinden soyutlanmış olarak çok sağ bir çizgide tutuluyor. Ancak uzun süreli halk savaşı stratejisi içinde devrimci bir işlevi olabilecek olan alternatif yapılar -Direniş Komitesi, Konsey, Meclis, İnisiyatif… Her ne ad altında olursa olsun- siyasi iktidarı hedefleyen devrimci bir mücadelede soyutlanarak, tamamen işlevsiz, var olan sınıflı toplum ilişkilerini aşamayan, giderek sistemin bir parçası olan yapılanmalar olarak ele alınıyor.

Ekim Devrimi’ni ve kazanımlarını reddetmek Marksizm-Leninizm’e yabancılaşmaktır

Çarlık Rusya’sını “asar-ı atika müzesine” gönderen ve 20.Yüzyıl’a damgasını vuran Ekim Devrimi; Marksizmde devamlılığın, kesintisizliğin ve başarıda doğru çizginin göstergesidir. Bolşevizm (Lenin)’in önderliğinde gerçekleşen ve- istisnasız- her ülke devriminde, “izinde yürümenin gayretlerine” rastlanan Ekim Devrimi; dünya proletaryasının kazanımlarını ortak paydada topluyor ve gönüllere yerleşiyordu.

Bolşevizmin başarısı aynı zamanda uzun bir dönem etkisini gösteren II. Enternasyonal oportünizmine karşı Marksizmin başarısının da göstergesidir. Bernstein ve Kautsky’nin şahsında somutlanan legalizm, kendi özgücüne güvensizlik, sınıf savaşında kavrayışsızlık; devrim anında var olan kitle desteğini yetersiz bulacaktı. Ve tarihin, aynıları bir araya getirmedeki şaşmaz becerisi on yıllar sonra kendini gösterecektir: Bugün için, sonuca bakarak yorum yapanlar, Ekim Devrimi’nin azınlığa dayanan bir darbe olduğunu ilan edecekti… Aynıların bir arada toplandığı kulvarda, Ekim Devrimi’ni “geleneksel sol’un politika yapış tarzı” ile örtüştüren ve bir dönemi bir çırpıda da mahkûm edip “rahata” eren “yeni tarz devrimciler” olacaktı.

“Geleneksel solun, bugün ulaşmış olduğu pratik nedeni ile çok daha rahat bir konumda olduğumuzu düşünüyorum. Bugün artık öyle bir sol anlayış, en somut örneğini Sovyetler Birliği’nin çöküşünde gördüğümüz yıkılmış ve ortadan kalkmış durumda. Bir kültürel kalıntı olarak yaşıyor, bir siyaset yapma tarzı olarak yaşıyor ama sonuçta geleneksel sol anlayışların, devrim de yapsa, aradan seksen doksan yıl da geçse gelip varacakları yerin bugün çok daha net olarak görülebildiğini söylemek mümkün.” (Bülent Forta, Yeniden, s:24, a.b.c.)

Ekim Devriminden bir süre sonra Lenin “önemli olan, buzun kırılmış, yolun açılmış ve gösterilmiş olmasıdır” diyordu. Ancak anlaşılan o ki, birileri buzun kırılan yerini fazla çentikli bulmuş olacaklar ki kendilerine başka bir ‘yol’ aramak üzere “geri dönüş”e karar verdiler.

Troçkizmin Türkiye versiyonunda yıllardır temcit pilavı gibi ısıtılıp sunulan -ve belki de en son, bir Devrimci Yol’cunun itibar etmesi gereken- birkaç motife, adeta bir can simidi gibi sarıldıklarını görüyoruz.

Yeni olmak, farklı olmak adı altında; Marksizmin yıllar önce mahkûm edip kenara koyduğu eğilimleri ve bu eğilimlerin arkasındaki şahsiyetleri bulup çıkarırken; yüzlerine bir mağdura itibarını devreden insanların gururu hâkim olmaktadır. Tabii biz bu gururu kazıyıp altına bakmayacağız. İsteyenler kendilerini “solun ana gövdesi” hatta başı, kolu ve bacakları olarak da ilan edebilirler. Koca bir tarihi inceleme zahmetine girmektense, her şeyi “Stalinizm” ile açıklamaya çalışan mesai arkadaşlarından “işin doğrusu”nu öğrenebilirler. Ancak siyasal pratik, üzerlerindeki örtüyü kaldırıp gerçekte nerede durduklarını göstermekte gecikmeyecektir.

Muarızlarının dahi hakkını teslim etme özelliği ile iz bırakan Devrimci Yol’dan, bugün için, sorunları böylesine karikatürize eden bir duruşun sahiplerinin üremesi biz Devrimci Yol’cuları elbette ki ilgilendiriyor; ama bir sosyolojik inceleme konusu olması itibariyle -sanıyoruz ki- başkalarını da ilgilendiriyor. Aktarmalı, alıntılı tartışmalara fazlaca yer vermek istemesek de konumuza uygun düşecek bir örnek olması itibariyle kısa bir aktarma yapacağız. Bülent Forta, 1995’te bir seminerde “Devrimci Yol hareketinin tarihsel gelişimi”ni anlatıyor (!):

Seksen öncesinde de Devrimci Yol’u Türkiye’deki soldan ayıran önemli bir faktör vardı. Bu faktör ‘Kürdistan’ın ‘ sömürge olup olmadığı üzerine tartışmalarda kendini ifade ediyordu. Türkiye solun da çeşitli gruplar söz konusudur. Bunlar şöyle düşünürler: Kürtler üzerinden siyaset yapmak. Yani örneğin Marksizm-Leninizm’in teorik sorunları tarafından ‘Kürdistan sömürgedir-değildir’ diye bir çaba yerine, genellikle ‘Bütün Kürtler biz sömürgeyiz diyorlar. O zaman bunlara siz sömürgesiniz dersek Kürt’lerle ilişki kurmak daha sağlıklı olur’ diye düşünen siyasal hareketler var. Yani ‘Kürdistan’a’ sömürge deme tamamen pragmatik amaçlardan kaynaklanan bir şeydi”

Bu aktarmayı yaptıktan sonra, hemen belirtelim ki, biz söz konusu panelde yoktuk ve bu nedenle katılımcıların yaş ortalamasını bilmiyoruz. Aynı şekilde, Bülent Forta’nın böylesine önemli bir konuyu bu denli basit -komik- bir düzeye indirmesinin arka planını da bilmiyoruz. Ancak, bildiğimiz ve Bülent Forta’nın da çok iyi bildiğine inandığımız bir gerçeklik var ki; gerek “sömürge” diyenler gerekse “sömürge değil” diyenler konuyu bir hayli kapsamlı bir çerçevede tartışmaktalar. Örneğin Devrimci Yol’un 10, 16, 17. sayılarda bu konuyu kapsamlı biçimde ele aldığı bilinmektedir. Hele ki bu tür değerlendirmeler; kendilerini “geleneksel sol”un dışında ve üstünde gören, derin felsefi tahliller sonucu geniş ufuklu bir kavrayışa ulaştığına inanan kesimlerden gelince daha bir çarpıcı oluyor.

Bilindiği gibi Devrimci Yol bu sorunu tartışırken, Marksist yöntemin gerekleri dahilinde hareket etmiş ve muhataplarını bu yöntemi kavrayamamak/ doğru kullanamamak noktasında eleştirmiştir. Birincisi; iki ayrı ulusun, baskının ve sömürünün, ezme ve ezilme ilişkisinin olması nedeni ile fiiliyatta var olan görüntü gerçekten bir sömürge çağrışımı yapmaktadır. İkincisi; eğer “Portekiz” gibi bir örneği doğru kavramaz ve zaman-mekân mefhumundan muaf bir yöntem uygulamasına gidersek; Kürdistan’ın sömürge statüsünde olduğuna kendimizi gerçekten inandırırız.

Lenin, kapitalizm öncesi süreçlerde; sömürgeciliğin de emperyalizmin de varlığından söz eder. Ancak aynı Lenin, “toplumsal biçimler arasındaki farkı görmezlikten gelerek ya da arka planlara iterek, emperyalizmin “genel düzeni üstüne fikirler yürütme”nin; kişiyi, “birtakım boş palavralara ve bayağılıklara” düşürdüğünü söyler.

Yukarıda belirttiğimiz gibi sadece görüntü ile hareket edildiği takdirde insan, totoloji yapar duruma düşer. Neden-sonuç ilişkisi doğru kavranmak zorundadır. Yani sömürge gibi sömürgecinin de durumu dikkate alınmalıdır. “Hangi ihtiyaçları karşılamak üzere sömürge ilişkisi gündeme gelmiştir?” sorusu, ilişkinin niteliğini anlamakta bir anahtar rolü oynar.

Örneğin, tekel öncesi dönemde sermayenin ilkel birikimi sürecinde; ülke içinde artı-değer sömürüsünün yanında, ülke dışından -sömürgelerden- yapılan değer transferi önemli rol oynamıştır. İlişki; yağma, talan ve meta ihracına dayanır. Tekelci dönemde ise; sömürgecilik, emperyalist karaktere bürünmüş ve odağına sermaye ihracı oturmuştur. Soruna bu bağlamda yaklaşıldığında; emperyalist dönemde bir sömürgenin neden sömürgesi olmayacağı daha kolay kavranır ve bir can simidi gibi kullanılan Portekiz örneği de aydınlığa kavuşur. Tarihsel evrim içerisinde incelendiğinde, Portekiz’in sömürgeye sahip olduğu dönemde kendisinin sömürge olmadığı; sonraları ise, sömürgeleşme sürecine girdiği ve emperyalizm ile (önce İngiliz, sonra ABD emperyalizmi ile) ilişkileri sayesinde sömürgecilik olgusunu koruyarak, tekelci döneme taşıdığı görülecektir. Yani Portekiz, bir yarı-sömürge olarak emperyalist dönemde sömürgeci ilişkiler geliştirmemiş; ancak, önceden var olan sömürgeci ilişkileri bu döneme taşımıştır.

İşte bu perspektif çerçevesinde, Kürdistan meselesi incelendiğinde; var olan işgalin, işgalci tarafın kendi kapitalizminin sorunlarını çözmek üzere gerçekleşmediği -ki o süreçte kapitalizmin egemenliği söz konusu değildi- görülecektir. Var olan ilişkinin kaynağında şoven bir devletin ilhak politikası yatmaktadır. Ve sonuçta kendisi emperyalizme bağımlı olan bir ülkede yukardan aşağı geliştirilen kapitalist ilişkiler, ezilen ulus üzerinde de etkisini göstermektedir.

Marksizm’den uzaklaşma malulü olanların, örülmekte olan süreci anlama koşulu yoktur. Onlar, yine tarih tekerrür ediyor zannedeceklerdir

Bugüne dek yazdığımız/söylediğimiz hiçbir şey kavganın ihtiyaçlarından kopuk değildir. Dergi sayfalarını fikir jimnastiği için bir alan, pratikten kopuk akademik-entelektüel çaba için bir zemin olarak görmek ancak kavga özürlülerin işi olabilir.

Belirli bir siyasal perspektif oluştuktan sonra, var olan bütünün içerdiği taşlar birbirine çok yakın ve uyumludur. Ancak, bunun önceline göz atanlar, söz konusu taşların toplanmadan önceki yerlerinde birbirinden bir hayli kopuk ve uzak durduğunu görecektir. Zaten politika sanatının asıl ustalık gerektiren yeri burasıdır. Eldeki birikim, somut görevlerin dayatması karşısında adeta sınavdan geçer. Ve bir devrimciyi, her gün köşesinde düşünce çeşitlemesi yapan falanca gazete yazarından ayıran önemli bir özelliktir bu. Teorik/pratik repertuarını, siyasal görevlerin karşılanması yönünde bir üretkenliğe dönüştüremeyenler hayatın karşısında bir cehalet durumunu oynarlar. Ve belki ancak o zaman; meselenin sayfa doldurmak veya yazı yazmış olmaktan çok daha öte anlamlar içerdiğini fark ederler.

Bir şeyin geçmişe benzeyip benzemeyeceğine gerçekte asıl karar veren olgu, kavganın kendisidir. Tribünlerden bakınca, sahadaki oyuncuların hepsi birbirine benzer. Ancak sahaya inildiğinde meselenin -tribünlerden görünmeyen- pek çok özellik taşıdığı görülür. Tüm ön birikimimize, repertuar zenginliğimize rağmen politika üretiminin soyut mekanlarda mümkün olamayacağını, kavganın ihtiyaçları ile doğrudan bir ilinti içerisinde bulunduğunu bilmek durumundasınız.

Devrimci hareketler açısından stratejik hedeflerin ve temel ideolojik-politik çizginin belirlenmesi süreci, toplumdaki siyasal bilinç düzeyinden ne denli bağımsız ise; sürdürecekleri siyasal pratik ve eylem çizgisi de toplumsal bilinç düzeyine o denli bağımlıdır. Bu çok kritik bir dengedir.

Toplumlar hiçbir zaman siyasal bilinç ve tercihleri açısından homojen değildirler. Bu nedenle toplumun tümü tarafından kabul edilebilecek bir siyasal pratik ve eylem çizgisi bulunamaz. Bir devrimci hareket, toplumsal muhalefet içinde -kendi ideolojik/politik çizgisine subjektif konumuna göre- bir hedef kitle belirleyerek bu hedefe yönelik bir siyasal pratik ve eylem çizgisi belirler. Devrimci hareketin gelişim düzeyine bağlı olarak da hedef kitle genişletilir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, dar bir hedef kitleye yönelik yapılan siyasal çalışmaların biçimi, daha sonra geniş kitleye yönelik siyasal pratiğe zarar vermeyecek nitelikte olmalıdır.

Gerçekliği bu biçimde kavrayan ve tarihsel materyalizmin yol göstericiliğinde yürüyen kadrolar; kavga özürlü olanların, kavganın ihtiyaçlarını saptayabilme yetisinden yoksun olduklarını bilir ve bu yüzden de “geçmişi tekrar ediyorsunuz” iddialarına sadece gülerler.

Devrimci Yol’u anlayabilmek, dün olduğu gibi bugün de bir sorun olma özelliğini koruyor

Bir fikrin değişen tarihsel koşullarda ihtiyaçları karşılayabilmesi, onun yeniden üretilmesiyle mümkündür. Bu gerçekliği dikkate alan Devrimci Yol, THKP/C’nin teorik-pratik mirasını ’70’li yıllara taşırken, şablonculuktan özenle kaçınmıştır. Gelişmelerin, tarihsel bağlamı içerisinde nasıl gündeme geldiğini bilenler için; eksikliklerin tamamlanması gibi, eskiyen yanların kesilip atılması da doğru bir yöntem dahilinde gerçekleşir.

1977-1980 sürecinin hemen her anı. Devrimci Yol’u anmadan geçilemeyecek türde tarih sayfalarına yerleşmiştir. Ancak yine de bugünden bakıldığında, doğru bir yöntem izlenmiyorsa, olaylar arasındaki içgörüyü görmek güçleşir ve yapılacak değerlendirmelere subjektif öğeler hâkim olur.

Devrimci Yol bu zorlu sürece daha tanımlı bir biçimde girerken, ’77 1 Mayıs’ında, “bir sorun, her zaman içinde bulunulan somut, tarihi koşullar çerçevesinde ele alınarak incelenmelidir. Çünkü onun doğru çözümü daima bu içinde bulunulan somut durum çerçevesi içinde söz konusu olabilir. Bu Marksist diyalektiğin en özlü derslerinden bir tanesidir.

(…) Devrimciler mevcut şartlar ve objektif sosyal gelişme tarafından önemli bir muhtevaya bürünen sorunlarla uğraşırlar. Bu bakımdan öyle her önüne gelenin boş bir vaktinde eline geçirdiği kitaplardan çıkarıp ortaya attığı sorunlarla uğraşılmamalıdır.” diyordu. (Devrimci Yol, s:1, 1977).

Teori ile pratiğin karşılıklı etkileşimini dikkate alan ve önceliği pratiğe veren Devrimci Yol; teorinin yol göstericiliğini hiçbir zaman yadsımamıştır. Teori, siyasal pratiğe hizmet ederken, bir reçete olarak değil; pratikten doğan ve tekrar pratiğe dönen, hareketli bir olgu olarak rol alır.

“Hiçbir teori güncel siyasal görevlerin nasıl yürütüleceğine dair önsüz-sonsuz, genel-geçer doğrular içermez. Siyasal bir hareketin başarısı, referans olarak aldığını teorik bütünlüğün şablonculuğunu yapmaktan değil; içinde bulunduğu yaşamsal kesite uygun siyaset yapabilmekten, mücadele araç ve yöntemlerini geliştirebilmekten geçer. (Devrimci Hareket, s:1, Devrimci Yol’u Anlayabilmek).

Devrimci Yol’u diğer siyasal tüm yapılardan ayıran farklılıkların; hazır yargılarla ve çeşitli ülke deneyimlerine ait ölçülerle karşılanması, bugüne kadar sarkan bir anlaşılma problemini gündeme getirmiştir. Bir sorunun başka türlü sorulma olasılığından habersiz olanların, yapacağı şey soruya sadece cevap aramaktır. Hemen tüm yapılar, hangi mücadele biçiminin temel olacağını tartışırken; Devrimci Yol, “bir mücadele biçimini ancak parti temel alır” yaklaşımıyla sürece girmiş ve temel siyasi görev saptaması yaparak, konuyu başka bir mecrada tartışmıştır. Bizimki gibi yeni-sömürge ülkelerde, politik mücadelenin asli ayağı olan silahlı mücadelenin önceliği tartışmasız kabul edilmesine rağmen, andan önce yapılması gereken şey öncü savaşçı partiyi yaratmaktır. Bu görev, temel siyasi görevdir ve diğer tüm görevler buna hizmet edecektir. Bu yaklaşım “temel mücadelenin reddi” veya “mücadele biçimlerinde kararsızlık/belirsizlik” gibi anlayamamakla malul eleştirilere muhatap edilmiştir.

Mücadele araç ve yöntemlerinin taşıdığı çeşitliliği/zenginliği kavganın pratik yüzü için bir avantaj olarak kabul edip; birbiri ile ilişkilendirerek, gerekli yer ve zamanda kullanmak yerine tek bir biçimi ile yetinmek, kavgada her zaman için kendini “eksik” hissetmenin sebebi olmuştur. Farklı gözlüklerle bakıldığında; Devrimci Yol’un kimince ‘sol’cu, kimince ‘sağ’cı olarak nitelemesi, araçları kullanırken başvurduğu çok yönlü kavrayışın algılanamamış olmasına dayanmaktadır.

“Bilimin gerekleri, geçmişle kurulan köprü ve siyasal devamlılık açısından baktığımızda; mücadele tarihinin ‘biten’, kaldırılıp kenara atılan dönemleri olmaz. Doğada ve toplumlarda hiçbir şey durağan değildir. Toplumlardaki değişimler oldukça hızlıdır. Bu nedenle siyasal pratiğin sorunlarını aşmak için, ‘bitti’ denilen tartışma konularında bile halâ söylenecek, söylenmesi gereken çok şeyler vardır. Yeter ki insanlarda ‘siyasal pratik’ kavramı dumura uğramasın. Dün tartışılan ve ortak noktada buluşulan konulardan hiçbiri bugünün tartışma konularının dışında değildir. Her şey tartışılabilir; yeniden incelenebilir. Bu konudaki tek ölçü, tartışmanın, siyasal pratiğin gerekleri doğrultusunda yapılıyor olmasıdır. Siyasal pratikten kopuk, çoğu entelektüel kaygılardan kaynaklanan, siyasal pratikte sınanma şansı olmayan tartışmalar ise fazla ciddiye alınmamalıdır.” (Devrimci Hareket, s:1, Devrimci Yol’u Anlayabilmek).

Devrimci Yol’un büyük olması, yeni olması, alışılmamış olması Türkiye’de devrimci sürece alışılmadık bir renk katmıştır. Bu farklılık, bugünden geriye doğru yapılan tanımlamalarda birbirinin zıttı unsurlarla ifade edilebilmektedir. Bu “çelişkili” yorumlara kaynaklık eden bir diğer etmen de herkesin neyi görmek istiyorsa objektifini onun üzerinde tutuyor olmasıdır.

Elbette ki kırk çeşit Devrimci Yol yok. Ancak, subjektif nedenler gibi, Devrimci Yol’un kendi özgünlüğünden -anlaşılma güçlüğünden- kaynaklanan nedenler de bu görüntüyü beslemektedir.

Daha iyi anlaşılabilmek için -mütevazilik sınırlarını zorlayarak- diyebiliriz ki; Devrimci Yol’cu olmak kolay değildir. Hele ki bugün bir “kitle partisi”ni solun ana gövdesi olarak tanımlayacak kadar sapla samanı karıştıranlar; meclise yürüme hayalleri kurup ardından Devrimci Yol kimliğini başkasına bırakmamak için, biçimsel manevralara kalkanlar için; Devrimci Yol’cu olmak bir düş olabilir ancak.

Devrimci Yol, hiçbir zaman işin kolayına kaçmadı. Önünde çeşitli pratikler, ülke deneyleri ve hazır devrim modelleri dururken ve herkes kimliğini burada ararken; o, tüm bu örnekleri dikkate almış; ancak, asıl olarak kendi ülke gerçekliğine dayanması gerektiği bilinciyle hareket etmiştir. THKP/C’nin oluşturduğu sistematik çok önemli katkılar sağlarken, hayatı kavramaya dair bir yöntem de kazandırıyordu. Yaşamın değişkenliğini kendi içerisinde kavrayan; tartışan ve tartıştıran bir tarzdı bu. Aynı zamanda temel ile tali olanı birbirinden ayırabilen ve kitabın içinden çıkıp, yaşamın içinde çözüm arayan bir tarzdı…

Devrimci Yol, salt farklı eğilimler tarafından değil, saflarında yer alan kimi kesimlerce de yeterince kavranamamış bir siyasal harekettir. Bugün için, bir tarih, tepeden tırnağa reddedilirken kalkan olarak “geçmişi tekrar etmemek” gibi “komik” bir gerekçe kullanılmaktadır.

Bir Devrimci Yol’cunun en son düşeceği durum dogmatizmdir; bu anlamda, geçmişi tekrar etmez. Ancak, bu gerçeklik; kimseye, konjonktürel olanla yapısal olanı birbiriyle karıştırma hakkını vermez. Geçmişi tekrar etmeme gerekçesinin ardına sığınanların, kendine hangi koordinatlar arasında yer bulduğuna dair fazlaca yazıp çizmeye gerek görmüyoruz. Her şey gözler önünde cereyan etmektedir.

Devrimci Yol’u oluşturan teorik ana eksenler konusunda, ya bir cehalet veya sindirilmemiş bir birikim içerisinde olanlar; hızla bir şaşkınlık haline geçerken, “ne olacak şimdi?” sorusunun ağırlığı altında ezilmiş ve değerlerini savuramaz duruma düşmüştür.

Kısaca şehirleşme, haberleşme, ulaşım vb. alanlarda yaşanan gelişmelerle beraber işçi sınıfının önemi artmış, nicel ve nitel ağırlığını hissettirir hale gelmiştir. Bu durumda;

  1. Devrimde sınıfların mevzilenmesi ne olacak?
  2. Kırların temel savaş alanı, köylülüğün temel güç olma özelliğinde bir değişim söz konusu; bu durumda “kırlardan şehirlerin fethi” demek olan halk savaşı stratejisi geçersizleşmiş midir?
  3. Komünist Manifesto’da “Bugün, burjuvaziye karşı olan bütün sınıflardan yalnız proletarya, gerçekten devrimci bir sınıftır” dendiğine göre orta sınıfı ittifaklar içerisinde görmek Marksizm ile çelişmiyor mu?
  4. Devrimini yapan ve başarısızlığa uğrayan ülkelerin durumunu nasıl açıklayacağız?
  5. Kürt sorununda yeni gelişmeler/ dinamikler nasıl değerlendirilmelidir? Bu ve buna benzer sorular, yaratılmak istenen bilinemezcilik ortamını güçlendirici bir tarzda konu edilebilmektedir. Gerçekte ise bunlar bir tekrara veya acz durumuna düşmeden rahatlıkla cevaplanabilecek meselelerdir.

İleride daha ayrıntılı değinmek üzere, şimdilik kısaca -ve sırasıyla- üzerinde duralım:

  1. Öncelikle belirtmeliyiz ki, en geniş kitle çalışması içerisinde en dar kadro çalışmasını temel alan Devrimci Yol sistematiğinde; sınıf fetişizmine varan abartılara ve temel-tali ilişkisindeki mekanik kavrayışa hiçbir zaman itibar edilmedi. Ancak düne oranla değişimler elbette ki dikkate alınacaktır. Örneğin Kemalizmin “dolaylı ihtiyatlar” içerisinde yer alması bugün için söz konusu değildir. Aynı zamanda, köylerde yaşanan nüfus azalması, çelişmeleri zayıflatırken; aynı çelişmeleri daha keskin biçimde kentin kırlarına taşımıştır. Dünden farklı olarak “kentin kırları temeldir” saptaması yaparken; çalışma tarzımız gereği, bir alanın fazlaca öne çıkarılmaması gerektiğinin de altını ısrarla çizmeliyiz. Devrimin nasıl bir sınıfsal kombinezon üzerinde başarıya ulaşacağını ve geçeceği muhtemel uğrakları, ana yönelimlerin ötesinde bugünden saptamak, ister istemez mekanik bir kavrayışa götürür. Sonal amacı başa koymak veya geçilecek olan aşamaları yok saymak; bugünün görevlerini ve sınıfsal duruşu saptarken, yaşamı eldeki kalıplara uydurmak gibi zorlama bir sonuca yöneltecektir. Engels’in, Lassalle’a ait “tek bir gerici kitle’ tanımlamasını eleştirirken yaptığı değerlendirme, konumuza açıklık getirecek türden bir örnek teşkil etmektedir: “Tek bir gerici kitle’ ibaresinin gerçekleşeceği hayali terkedilmemektedir: Bütün resmi partiler, bir blok halinde burada toplanacaklar; öte yandan sosyalistler orada sıralanacaklar. Kesin bir savaş olucak bir hamlede bütün cephede zafere ulaşılacak. Gerçekte, işler o kadar basit değildir. Gerçekte, tam tersine, devrim o şekilde başlar ki, ulusun büyük çoğunluğu resmi partiler dahil, tecrit edilmiş durumda kalan hükümete karşı birleşir ve onu devirir ve işte ancak o zamandır ki, bizim kendi iktidarımızı sağlamamız mümkün olur. Eğer biz, devrime sondan başlamaya kalkarsak, bu davranışımızın hayrını görmeyeceğiz!” (Bebel’e ve Liebknecht’e mektuplar, Moskova 1934)
  2. Halk savaşı stratejisi, Çin’den bu yana -öz itibarıyla olmasa da- çeşitli evrimler geçirerek taşınmıştır. Şehir-kır diyalektik bütünlüğü ile ifadesini bulan birleşik devrimci savaş için, yukarıdaki tanımlamalar bir engel oluşturmuyor. Uzun ve zorlu bir silahlı savaş olarak kavranması gereken halk savaşı için, “kırlardan şehirlere doğru” bir zorunlu istikamet bugünün koşulları için şart değildir. Şehir ve kır gerillasının karşılıklı beslenme içerisinde olduğu, birleşik bir mücadele hattı, halk savaşının özü ile çelişme arz etmediği gibi bugünün ihtiyaçlarına da denk düşmektedir.
  3. Manifesto’da proletarya için yapılan tanımlama, yine Manifesto’da bir başka tanımlama ile geliştirilmektedir: “Manifesto, ‘orta sınıfların… proletarya saflarına geçmelerinin kaçınılmaz olması bakımından… devrimci olduklarını’ da buna ekler” (bkz. Gotha Programı’nın Eleştirisi, Marks s:33) Dergimizin 4. sayısındaki “Kadrolar” yazısı ile “Kent Yoksulları”na dair yapılan değerlendirme; sınıfsal kategoriler konusunda yıllardır kimi çevrelerde ısrarla sürdürülen mekanik kavrayışlara cevap niieliği taşıyan bir içeriktedir. Aynı yazılar, bugün için nasıl bir çalışma tarzı içerisinde olunması gerektiğine dair bir perspektif sunmaktadır.
  4. sayımızda yer alan “Nikaragua’lar Kaybetmesin Diye” ile 5. sayımızdaki “Eski Sovyet Cumhuriyetleri Üzerine Bir Değerlendirme” yazıları sorunun bugün için nasıl kavranması gerektiğine dair geniş bir açılım sunmaktadır. Nikaragua yazısında aynı zamanda, demokratik halk devrimi programının uygulanmasında dikkat edilmesi gereken hususların da altı çizilerek, bugün için güncel olan bir probleme çözüm aranmıştır.
  5. Kürt sorunu, yeni dinamikleri ile beraber, özellikle 1. ve 4. sayılarımızda değerlendirilmiştir. Bu konuya gerek teorik gerekse pratik olarak hassasiyet gösterilmekte ve sahip olduğu önemin bilinciyle hareket edilmektedir.

Bu maddeler dışında, üzerinde durulabilecek güncel veya genel pek çok mesele söz konusudur. Hareketimiz, tarihsel sorumluluğunun bilinciyle teorik-pratik duruşunu belirlemiş ve bunun gereklerine göre konum almaktadır. 1. sayımızda geniş bir ülke ve dünya tahlili ile başlattığımız “Devrimci Yol’u bugünün koşullarında kavrama ve kavratma” görevini adım adım yerine getirirken; son iki sayımızda yer alan “örgütlenme” değerlendirmesi ile “tekrara” düşmeden bağımsız bir siyasal duruşun mümkün olduğunu -sanıyoruz ki- anlatabildik.

Devrimci Yol’un konjonktürel bir hareket olduğu iddiası üzerine

Devrimci Yol’un kavranılışına ilişkin bir noktayı daha açmak gerekiyor. 12 Eylül öncesi süreçte, tırmanan faşist saldırılar ve gelişen devrimci mücadele karşısında egemen sınıflar; kamuoyuna yanıltmak amacı ile soyut bir sağ-sol çatışması, terörizm gibi kavramları öne çıkarıyordu. Toplumda var olan çatışmaların sınıfsal içeriğini gizlemeye yönelik bu aldatmaca karşısında, Devrimci Yol’un eylem çizgisi, “Faşist saldırılara karşı meşru savunma” olarak tanımlanıyordu. Bu tanımlama, faşizme karşı mücadelenin özünde bir devrim mücadelesi olduğu kavrayışının yanında, kamuoyunda meşrulaşmanın da bir aracı olarak kullanılıyordu. Ancak, hiçbir zaman devrimci mücadele, faşistlere karşı mücadeleye indirgenmedi. Özellikle kendi dışından gelen bu tür eleştirilere, çok net yanıtlar verildi.

12 Eylül sonrasında ise, sıkıyönetim mahkemelerinde -özellikle Ankara- oluşturulan “savunma” çizgisi de sadece bu çerçeveye oturtuldu. Neredeyse Devrimci Yol’un tüm ideolojik-politik-örgütsel biçimlenişi, faşist saldırılara karşı direniş olarak tanımlanarak; “faşistler saldırdı, biz de direndik. Başka bir şey yapmadık” noktasına indirgendi.

“Savunma” amacıyla dahi olsa yapılan bu yanlış tanımlama, daha o günden Devrimci Yol’un ideolojik-politik biçimlenişinin üzerinin karartılması çabalarının başlangıcı oldu. Çok geçmeden -daha 1982’de- Devrimci Yol’un konjonktürelliği tartışmaları başladı. Sadece faşist saldırılara karşı direnişe indirgenen Devrimci Yol’un, konjonktürelliğini savunmak oldukça kolaydı. Faşist saldırıların olmadığı koşullarda, Devrimci Yol’cuları bir arada tutacak herhangi bir neden de kalmıyordu!… İçinde yaşanılan döneme ilişkin “yeni” bir ideolojik-politik hattın oluşturulması gerekiyordu. 15 yıldır yapılmaya çalışılan da bu oldu. Ancak, onca çabaya rağmen bir arpa boyu yol kat edilemedi.

’80 öncesi yaşanan süreçte, toplumsal yaşamı derinden etkileyen ve şekilleyen bir dizi çelişme vardı. Toplumdaki sınıfsal çatışmanın da kaynağını oluşturan bu çelişmeler, Devrimci Yol’un ideolojik-politik biçimlenişini de belirliyordu. Giderek yoğunlaşan faşist saldırılar ise, toplumdaki siyasal çatışmaların aldığı bir biçimdi; egemen sınıfların iç savaş tercihi egemenlik sürdürme tarzının etkili olduğu, giderek “12 Eylül”ü dayatacak olan bir biçim…

Devrimci Yol, sadece faşist saldırıları engellemek etkisiz hale getirmek için çaba göstermedi. Antifaşist mücadele ekseninde örgütlenen halk kitlelerini, toplumsal devrim hedefine yönlendirmeyi amaçlıyordu. Sürdürülen antifaşist mücadele bir “var olma” mücadelesi olduğu kadar, aynı zamanda devrim hedefine yönlendirmek için bir araçtı. Mücadelede temel alan ise; güncel antifaşist mücadeleyi, devrim mücadelesinin gerekleri doğrultusunda ele almak, ona göre biçimlendirmekti. Hatta siyasal pratiğin, antifaşist mücadelenin öne çıkardığı Direniş Komiteleri olgusu bile, devrim mücadelesinin gerekleri doğrultusunda ele alındı. O doğrultuda geliştirildi.

Ve Devrimci Yol, süren antifaşist mücadelede en ön saflarda yer alarak, bu mücadele ekseninde bütün halkın örgütlenmesine önderlik etti. Fakat hiçbir zaman mücadeleyi sadece faşist saldırılara karşı mücadeleye indirgemedi; o doğrultuda örgütlemedi.

Devrimci Yol’un konjonktürelliği tartışmalarında, göz önüne alınması gereken; toplumsal çatışmaların yoğun faşist saldırılar tarzında gelişip gelişmediği değildir. 12 Eylül öncesinde Devrimci Yol’un ideolojik-politik-örgütsel biçimlenişini belirleyen çelişmelerin, konjontürel olup olmadığı tartışmasıdır. Bu boyut açılmadan, Devrimci Yol’un konjonktürelliği tartışılamaz.

İçinde yaşanılan dönemde toplumsal yaşamı şekillendiren, belirleyen çelişmeleri çok köklü bir biçimde ortaya koymadan, bunları 12 Eylül öncesi ile karşılaştırmadan konjontürellik tartışması yapılamaz.

Çok kaba belirlemelerle ve subjektif yorumlara dayalı olarak yapılan “konjonktürellik tartışması” ise en azından Devrimci Yol’a saygısızlıktır.

Devrimciler her zaman için geçmiş değerlendirmesi yaparlar. Ancak bunun için dini ritüellere sığınmanın, ağıtlar yakmanın anlamı olmadığı gibi günahlar dizisi üretmek de gerekli değildir

Engels, bir hatanın her zaman bir başka hatayı haklı göstermeye yaradığından söz eder. Gerçekten de yapılan bir yanlış sonrasında oluşan ortamın içerdiği yeni yanlışlar, bir öncekine dayandırılır; zorunluluklar, hatalar zinciri çoğu kez halkaların birbirini aklaması yönünde kullanılır.

Marksist yöntemin gereklerini kavramış olan devrimciler, örgütsel davranışları için yanılmazlık iddiasında bulunmazlar. Onlar, mücadele tarihinin hiçbir kesitinde böyle bir örgütsel örneğin olmadığını bilirler. Mesele, yanılmazlıktan öte bir zeminde tutulmak durumundadır. Türkiye devrimci hareketinin, sınırlı deneyim ve birikimle yetinmek gibi bir sıkıntı ile malul olması; kimi konulara özgü -üzerinde çokça düşünülmemiş- davranış kalıplarının oluşmasını beraberinde getirmiştir. Alınan her darbe, yenilgi, yara vb. sonrasında; ricat mı savaş mı, yeraltı mı yer üstü mü(?) gibi ikilemlerin arasına sıkışıldığını, yaşamın bu kısır tartışmanın içinde boğulduğunu sıkça gözlemişizdir.

Mekaniğin falanca konusu, cetvelle çekilmiş düz bir doğru üzerinde ilerlemeyi gerektirebilir; ancak, çoklu bileşenleri biraraya getiren, fizik gücünden üzerinde hareket edilen zemine kadar her alanda dalgalanmaya açık bir nitelik taşıyan toplumsal mücadelelerin veya onlara önderlik eden örgütsel yapıların vereceği “sinüsoidal (~~~) görüntü” doğal karşılanmalıdır.

Eğer mesele, birtakım önlemlerin alınması, düzenlemelerin yapılması vb. ise; bu, salt yenilgi sonrasında gereken bir durum değildir. Çok yönlülüğü bir tarz haline getiren, somutu sürekli gözleyen üretken yapılar; kendi iç düzenlerine, ihtiyaçlar ölçüsünde her zaman müdahale içinde olurlar/olmalılar.

Özellikle “kaza” sonralarında, “gerçekleri çok iyi gören”, “zaten öyle olacağını tahmin etmiş olan” (!) “çokbilmiş”lere, felaket tellallarına sıkça rastlanır. Otopsi masasının başına birikenler için her şey çok bildik (!) gelir. Gerçekte bu tarzın -ve sahiplerinin- yararlı olduğu hiçbir zaman görülmemiştir.

Hava günlük güneşlik diye, ince bir giyimle dışarı çıkan birine, öğleden sonra bozan hava karşısında “yanına kalın bir şey alsaydın” biçiminde akıl vermek kolaydır. Ama galiba asıl zor olanı, tüm günlük güneşlik günlerde dahi yanına kalın bir şeyler almanın yaratacağı yükü ve bu tarz davranışın kaynağında yatan evhamın, pek çok yerde sebep olacağı ayak bağını görebilmektir. Ne kırılmış testiler üzerine koparılan fırtınalara, ne de kırılmasın diye testiyi defalarca ambalajlayıp saklama yöntemlerine devrimciler itibar etmezler/etmemelidirler.

Kavgada devamlılık, birikimleri doğru değerlendirmekten geçer

Mücadele zemininde parçalı duran olguları birbiri ile ilişkilendirebilmek ve gerektiğinde toplamını alabilmek; uzun, zorlu ve parçalı geçecek olan devrimci süreçler için şarttır.

12 Mart sonrasında gelişen süreçte, Kızıldere’ye kadarki pratiğin sınırlı bir döneme sığdırılmış örnekleri, yıllarca öğretici olmuş; teorik ve pratik mirasın izleri -silinmek yerine- giderek boyutlanmış ve kalıcılaşmıştır.

Yaşamın, kitaplarda yazmayan bu yanına sırtınızı dönmediğimiz taktirde, bugün için çok daha boyutlu bir birikimin avantajları ile donanmış olduğumuzu görürüz. Bunda herhangi bir abartı yok. Türkiye, muazzam bir birikimi, kesintiye uğratmaksızın ’90’lı yıllara taşıyan ender ülkelerden biridir. Yaşanan her pratiği, kendi sınırları içinde boğan ve örneğin Tupac Amaru gerillaları şehit düştüğünde “öldükleriyle kaldılar” biçiminde bir sonuç çıkaran; olgular arasındaki diyalektik içörgüyü göremeyen (veya görmek istemeyen) kesimler için durum elbette farklıdır. Ancak, Marksist öğretinin yol göstericiliğinde yürüyenler; gerçekliğin çok daha anlamlı boyutlarıyla, yıllar önce tanışmış durumdalar.

“Enternasyonal’in çocuğu” dediği Paris Komün’ü için Engels, “Her ne kadar Enternasyonal, Paris Komün’ünü tezgahlamak için serçe parmağını bile oynatmadıysa da ve gene de haklı olarak ondan sorumlu tutulduysa da bu böyledir” der. (Friedrich Albert Sorge’ye bir mektuptan; Londra, 12 Eylül 1874).

1789 Fransız Devrimi’ni, belirli bir coğrafya içeresinde, sınırlı algılarla değerlendirmek gibi; 19. Yüzyıl’ın biçimlenmesinde belirleyici rol oynayan tarihsel bir gelişme olarak kabul etmek de mümkündür. Bu, sahip olunan perspektifin kapsayıcılığı ile doğrudan ilintilidir. Таrihsel diyalektiğin yol göstericiliğinde meseleyi irdeleyenler Fransız Devrimi’nin 19. Yüzyıl’a vurduğu damgayı görmekte zorlanmayacaktır.

Engels’in, “Klasik Alman Felsefesinin Sonu”nu yazarken Feuerbach’a yönelik ifadesi, tarihsel birikime verilmesi gereken önem açısından çarpıcıdır. Engels, “Feuerbach, pek çok bakımdan Hegelci felsefe ile bizim anlayışımız arasında bir ara halka idi (…).

Yerimizi bulmadan önceki kaynaşma dönemimizde, Feuerbach’ın, Hegel-sonrası herhangi bir başka filozoftan daha fazla üzerimizde etkili olduğunu tamamen teslim ederek bir onur borcunu da ödemek zorundaydık” (Felsefe İncelemeleri, Marks-Engels s:8) diyerek, Feuerbach’ın hakkını teslim ediyordu.

Aynı eserde ek olarak yayınlanan, “Marks’ın Feuerbach Üzerine Tezleri” için Engels, “Bunlar, sonradan işlenmek üzere çabucak kâğıt üzerine çiziktirilivermiş, hiç de baskı için hazırlanmış olmayan yalın notlardır, ama yeni dünya anlayışının dahiyane tohumunun atılmış olduğu ilk belge olarak ölçülemeyecek bir değer taşıyorlar” (a.g.e. s:9) diyordu.

Bundan söz ederken asıl amacımız 150 yıllık tarihsel birikimin içerdiği hazinenin önemine işaret etmektir. Bugünkü koşullarda, karşı karşıya geldiğimiz sorunların çözümünü bu hazine dışında aramaya kalkmak, ister istemez akla “hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” sözünü getiriyor. Kolay unuttuğumuz gibi, çok da kolay reddediyoruz.

Tarihsel birikimin devralınabilmesi, halkalar arasındaki iletkenliğe bağlıdır. İletkenliği önleyen kopukluklar, sadece kendi döneminin değil; bir başka döneme ait birikimlerin de sağlıklı iletilebilmesi üzerinde olumsuz etki yapar.

Azla yetinmeye alıştırılan bir toplum, aynı kanaatkarlığı bilginin edinilmesinde de gösterir. Öyle ki derme çatma, kulaktan dolma ve sistematik olmayan bilgi parçacıkları biraraya getirilerek cehaletin üstü örtülür. İşte bu örtü, bilgiyi esaret altına alır. Kamuflaj altındaki cehalet; yaрma-etme fiillerinde rehber rolü oynar. Ne zaman ki yaşam, en ağır eleştirisini “yenilgi” biçiminde tattırırsa; o noktada, örtünün kalkma olasılığı doğar. Kaldı ki çoğu kez, daraltılan ufkun ve menzili düşürülen bakış açısının kalıcılaşan etkisi bir yöntem haline gelir ve -bırakalım örtünün kalkmasını- cehalet, ukalalık sebebi olmaya başlar.

Engels, tüm felsefenin temel konusunun düşünce ve varlık ilişkisi sorunu olduğu gerçekliğine özel olarak vurgu yapar. Marks’ın ise, Hegel’de baş aşağı duran sistematiği, ayakları üzerine oturttuğunu biliriz. Ancak, bunlar birer sonuçtur. Ve bu sonuçta, bugün artık adı anılmaz olan “unutulmuşlar”dan, doğanın kimi kurallarının keşfine kadar pek çok öğenin rolü vardır.

Marksist felsefe; Hegel’in idealist diyalektiğini, Feuerbach’ın metafizik materyalizmini aşar ve insanlığı yeni bir ufka taşırken, öncellerinin hakkını teslim eder. Çünkü hiçbir bilgi, “şapkadan tavşan çıkarır gibi” bir anda oluşuvermedi.

Felsefede kabul edilmesi söz konusu olan gerçek, Hegel’de, bir kere keşfedildikten sonra artık ezbere öğrenilmesinden başka bir şey kalmayan bir dogmatik ilkeler dermesi değildi artık; gerçek, bundan böyle, bizzat bilgi sürecinin içinde, hiçbir zaman sözde bir mutlak gerçeğin bulunuşu ile artık daha öteye gidilemeyen, ulaşılan mutlak gerçek karşısında kolları kavuşturup ağzı açık seyretmekten başka yapacak bir şeyi bulunmayan bir noktaya varmaksızın bilginin alt basamaklarından gittikçe daha üst basamaklara yükselen bilimin uzun tarihsel gelişmesinde yatıyordu. Ve bu, bütün öteki bilgi ve pratik eylem alanlarında olduğu gibi felsefi bilgi alanında da böyleydi.” (a.g.e. s:12)

Devrimci Yol’un 12 Eylül sonrasında direniş yönünde bir irade kullanmadığı doğru mudur?

Yanılan ve yanıltılan hafızaları tazelemenin yanlış tarih bilgisini doğruya çevirmenin en uygun yollarından biri de döneme ait kaynakları incelemektir. Devrimci Yol cuntanın hemen sonrasında Kasım 1980’de yayınladığı yazıda, devrimci güçleri; aralarındaki yapay çelişmeleri bir tarafa bırakmaya ve bir birleşik DEVRİMCİ DİRENİŞ CEPHESİ oluşturmaya çağırıyordu. Aynı yazıda, “12 Martçılar ‘rüzgâr’ ekip ‘fırtına’ biçmişlerdi. Bunlar ise, ‘fırtına’ ekiyorlar ‘kasırga’ biçeceklerdir…” denirken; yazının sonundaki çağrı, bugün Devrimci Yol için oluşturulmuş olan kanaatlerin dağıtılmasına yetecek nitelikteydi:

(…) Şimdi ise devrimcilerin görevi, cuntanın yoksul halklarımıza karşı yürütmekte olduğu bütün saldırılara karşı, emekçi kitlelerin yüreğinde büyümekte olan özgürlük, demokrasi ve insan gibi yaşama özlemlerini, emekçi halkın kendi iktidarına doğru esen bir kasırgaya dönüştürmek için sonuna kadar savaşmaktan başka bir şey olmayacaktır.”

Aynı şekilde, Ocak 1981’de yapılan bir başka değerlendirmede ise gerek şehir gerekse de kır pratiğine dair mücadele perspektifi çiziliyordu:

“(…) şehirlerde, oligarşinin yoğun baskı, kontrol ve yıldırma operasyonları altında (ve bunlara karşı) devrimci mücadelenin sürdürülmesi ve geliştirilmesi mutlaka gereklidir. Oligarşinin arama, takip, baskı, işkence operasyonlarına karşı etkili-yeni mücadele taktiklerine ihtiyaç vardır. Mahallelere, evlere yapılan baskınlara karşı etkili, baskın ekiplerinin morallerini bozup yıldıracak, şaşırtacak, yanlış alanlara sevk edecek, oyalayıp zaman kaybettirecek özel mücadele yöntemleri geliştirilmelidir. Mahallelerdeki, fabrikalardaki polis ajanları ve muhbirler mutlaka yok edilmelidir. Bütün bunlar ise çeşitli tuzak ve şaşırtma eylemlerini içeren gerilla taktiklerinin uygulanmasını gerektirmektedir.

(…)

Kırsal bölgelerdeki devrimci birliklerimiz mutlaka yaşamalıdır. Dağlarda, en zor şartlar altında yaşamını ve mücadelesini sürdüren her militan cuntaya karşı halkımızın zafere olan inancının tükenmez bir kaynağı olacaktır ve de önümüzdeki dönemde, yurt çapında cuntaya karşı yükselmeye başlayacak olan mücadelenin Anadolu’nun yoksul kırlık bölgelerindeki karşı konulmaz gelişiminin bir garantisi olacaktır.”

Buradaki değerlendirmeler/çağırılar, direnişten yana bir iradenin varlığını somutluyor olması açısından önemlidir. Yoksa, ülkemizde eşine rastlanmamış boyutlarda bir örgütlü zemine sahip olan Devrimci Yol’un, önemli sayıdaki kadrosunun; pek çok yerde ve pek çok biçimde cuntaya karşı direniş gösterdiği çeşitli kaynaklara doğrulanmış durumdadır. Salt şehit sayısına bakıldığında bile, böyle bir tartışmanın içerdiği haksızlık ortaya çıkar.

Özel olarak bir olumsuzluk atfetme eğilimi taşımadan yaklaşıldığı, anlaşılmaya çalışıldığı taktirde; bir devrimci hareketin, Askeri Faşist Cunta karşısında direnerek bir karşı duruş oluşturma hesaplarında, sonuca ulaşamamış ve yenilmiş olması pekâlâ anlaşılır olacaktır. Kaldı ki, bu durumu anlamak istemeyen ve yenilgiyi, Devrimci Yol’a “kara çalma” sebebi yapan kesimler aynı yenilgiden geçmiş kesimlerdir. Bu durum ülkemize özgü bir çifte standart örneği olarak tarihe geçecektir.

Geçmişi, Devrimci Yol üzerinden anlatmа yoluna gidenler, gerçeklere sadık kalmalıdır

İdeolojik, politik, örgütsel, biçimlenişi ve sürdürdüğü siyasal pratik ile bir bütün olarak Devrimci Yol’un kavranabilmesi özel bir çaba/bilgilenme ve objektif bir duruş gerektiriyor. Kapsamlı bir çabaya dayanmayan Devrimci Yol değerlendirmelerinin, önemli oranda sübjektivizmi içermesi kaçınılmazdır.

Dünü, Devrimci Yol penceresinden açıklamak isteyenler, yaşananların hangi siyasal zeminde ve nasıl geliştiği konusundaki gerçeklere bağlı kalmak zorundadırlar.

12 Eylül sonrasında türeyen ve giderek bir tarz haline gelen; gelişmeleri Devrimci Yol üzerinden anlatma meselesinin, devrimci kültür açısından hiç de yakışık düşmeyen boyutlar aldığını söyleyebiliriz. Gerçekte, tarihin anlatımında bizlerin konu edilmesi bizi onurlandırır. Çünkü biz de geçmişi anlayabilmek için Devrimci Yol’un anlaşılması gerektiğini düşünüyoruz. Ancak meselenin, bilgisizlendirme veya yanlış bilgilendirme noktasına varması; özellikle yaş grubu itibariyle Devrimci Yol’u tanıma fırsatı olmayan -ve bugünkü potansiyelin çoğunu oluşturan- devrimciler için, sağlıklı olmayan birikimlerin/koşullanmaların sebebi olmaktadır.

Devrimci Yol üzerinden aktivizm-pаsifizm tartışmalarının yapıldığı öyle örnekler oluyor ki; adeta hayatında mantar tabancasından başka silah görmemiş birinin, bir gerillaya caka satmasını anımsatıyor. Bu tür örneklerde müthiş bir cehaletin yattığı ise, hemen göze çarpıyor. Dün, Devrimci Yol’un sıradan bir biriminin günlük olağan pratikler arasında yer alan fiilleri, bugün büyük sansasyonlarla üstlenip Devrimci Yol’a pasifizm atıflarında bulunmak; ister istemez bize bazı hatırlatmaları yapma görevini yüklüyor.

  • Büyük kentlerde, korsan gösterilerin elde silah yapılmasının bir gelenek haline geldiğini ve bu tür eylemlerde çevredeki asker, polis vb.’nin silahsızlandırıldığını biliyor muydunuz? (Hatta bu, cuntalı dönemde de darbe yeninceye dek devam etti.)
  • Bir korsan gösteride, saatlerce süren çatışma sonrasında, kalbura dönen ekip otosunun resminde “direniş haberleri” biçimindeki Devrimci Yol bildirilerine hiç rastladınız mı?
  • İskenderun’da bir karakolda, Necdet Erdoğan Bozkurt’u işkence yaparak katleden polislerin, o karakol basılarak Devrimci Yol militanlarınca cezalandırıldığını veya 12 Eylül öncesinde bu türden eylemler yapıldığını biliyor muydunuz?
  • Devrimci Yol’u pasifizme konu eden kimi çevrelerin, örgüt olalı beri yaptıkları tüm eylem toplamını, Devrimci Savaş Birlikleri içerisinde yer alan bazı Devrimci Yol militanlarının bir tekinin eylemleriyle kıyaslama yoluna gitmenin abartılı olmayacağını söylersek; ne düşünürdünüz?
  • 12 Eylül sonrasında, “batı”dan “doğu”ya dek pek çok yerde, yüzlerce Devrimci Yol militanının dağa çıkıp bir direniş başlattığını; bunlardan, sadece Artvin bölgesindekilerin sayısının 600 civarında olduğunu biliyor muydunuz?
  • Devrimci Yol dergisinin tirajının 150 bin olduğunu biliyor muydunuz?
  • Devrimci Yol militanları Feridun Aydınlı ve Mehmet Kuru’nun; Devrimci Yol ve Devrimci Sol militanlarının birlikte oluşturduğu grubun asker, polis ve faşistlerle girdiği çatışma sonrasında 25 Eylül 1980’de şehit düştüğünü biliyor muydunuz?

Bu listeyi devam ettirmek ve Devrimci Yol tarihini öğrenmek isteyenler; önyargılarından arınıp, samimi bir araştırma yapmak durumundalar.

Kendisinden önce geleni pratiğin laboratuvarında test etme şansını yakalayan ve genel-özel diyalektiğine bağlı kalarak yaptığı çözümlemeleri Marksist hafızaya maleden Devrimci Yol, bugünün sorunlarını çözmede en uygun rehber olma özelliğini taşımaktadır.

Emperyalizme ve Faşizme Karşı Devrimci Hareket

Sayı 6 | Kasım-Aralık 1997

  • Ana Sayfa
  • Dergi Arşivi
  • İletişim
devrimcih@yahoo.com

© 2019 Emperyalizme ve Oligarşiye Karşı Devrimci Hareket Dergisi

No Result
View All Result
  • Gündem
  • Makaleler
    • Emperyalizm ve Dünya
    • Emek Hareketi
    • Ulusal Sorun
    • Bilim & Felsefe
    • Tarım Sorunu
    • Kadın Mücadelesi
    • Kültür & Sanat
    • Çevre Sorunu
    • Sağlık
    • Eğitim
  • Temel Tezler
  • Doğru Yerden Öğrenelim
  • Devrimci Kişilik
  • Hareket’e katıl!

© 2019 Emperyalizme ve Oligarşiye Karşı Devrimci Hareket Dergisi